SIDEBAR
»
S
I
D
E
B
A
R
«
“Three Billboards Outside Ebbing, Missouri”
7.Mart.2018

Hiç bir şey yazamıyorum yıllardır. Ama seyrettiğim filmleri de kitapları da unutuyorum diye stres yapıyorum.
Hele hele hayatıma Netflix girdi diye olay daha da stresli bir hal aldı. Netflix ile bir aşk yaşıyorum. Devamlı devamlı  evde kalıp  bir şeyler seyretmek istiyorum. Devamlı. Bir defter tutmaya başladım, üzerinde sevimli bir hipster zürafa var. Oraya liste yapıyorum seyrettim, okudum diye vs, vs. Bazen sadece filmin afişini post edeyim ya da kitabın kapağını, kayıtta dursun diye de düşünüyorum. Neyse belki onu da yaparım bir ara.

Bu çerçevede ayağıma söyle bir top geldi: Seyredip bayıldığım “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” filmini Gülse Birsel yazmış.  Tüm hislerime de tercüman olmuş. Oradan arakladım. Frances McDormand‘a da hastayım. Sam Rockwell‘e de.

 

“Gülse Birsel
Zamanın ruhu ve ‘Three Billboards’
7 Mart 2018
ŞAHSEN Oscar adayım “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” isimli filmdi. En iyi kadın ve yardımcı erkek Oscar’larını aldı, ama bana yetmedi. Martin McDonagh imzalı, son yıllarda en çok etkilendiğim, en ilginç senaryolardan biri.
Belki hem dünyada hem Türkiye’de, son dönemin hâkim; ‘kutuplaşma, kendisi gibi olmayandan nefret, önyargı, saldırganlık’ iklimini en sert haliyle sunup, sonra, üstelik de inandırıcı bir bakış açısıyla, buna çözüm ihtimali sunduğu için.
“Three Billboards”, hikâyesinde tecavüz, cinayet, kundakçılık, hatta işkence gibi sert konular bulunan bir dram. Aynı zamanda içinde insani zaaflar, küçük aşklar, eğlenceli diyaloglar, çok kaliteli mizah barındıran, neredeyse bir kara komedi. Bu film öfkeye, nefrete, ırkçılığa, ‘öteki’ne önyargıya, saldırganlık ve şiddete dair bir film… Ama aynı zamanda affetmeye, hataları anlamaya, değişim umuduna, sevgiye, dostluğa, barışmaya, insan ruhuna inancı kaybetmemeye dair bir film.
Son yıllarda her ülkede çoğalan, ve/veya siyasetçilerin pompalamasıyla sesini, öfkesini daha çok yükselten bir ‘cahil, önyargılı, homofobik, ayırımcı, taraflı, saldırgan ama aslında işe yaramaz ve ezik erkek’ tipolojisi filmde Sam Rockwell’e Oscar getiren Dixon karakteriyle temsil ediliyor. Ama işte, o başından beri filmin kötü ve tehlikeli adamı, hiç ümidimiz olmayan, toplumdan buharlaşıp uçmasını istediğimiz Dixon, öğreniyor… İyi bir şey yapmaya karar veriyor… Kendini değiştirmeye, birilerini (özellikle ‘öteki’ni) sevmeye ve affetmeye, affedilmeye karar veriyor.
Kulağa bu kadar didaktik gelen cümleler, filmde inandırıcı, sürükleyici, üstelik de eğlenceli bir hikâyeyle anlatılıyor. Ve inanın geleceğe dair, Dixon gibi ‘kendisinden umudu kestiklerimiz’ ve onlarla beraber yaşayabilme ihtimali için öyle ümit veriyor ki film…
Muhakkak izleyin derim. Yılın değil, bu dönemin filmidir…”

D.

Kapadokya Ultra trail 2015 yazıları
18.Aralık.2015

Epeydir yazamadık Kırmızı Baykuş‘a.
Hep niyetliyiz ama olmuyor.
Sonra sağolsun Burçe, Kapadokya Ultra trail 2015‘de 30K koştu.
Hatta dereceye girdi ve tezcanlı bir insan olduğu için üşenmeden yazdı.
Aşağıdaki post etmeyi başardık. Unutmuşuz bu işleri, zorlandık ama oldu:)
Ben de koştum, bu arada onu da söyleyeyim, gerçi bitiremedim, diskalifiye oldum.Ama çok da iyi geçti, gene gideceğim.
Ben de,  minimum antremanla 30K’ya nasıl hamle yapılır, başa neler gelir tadında birşeyler  yazacağım ama ağır kanlıyım, belki sene bitmeden yazarım…
Yazayım yahu. Hatta bu da 2015 yılı için son temennilerimden biri falan gibi birşey olsun (new year resolution nasıl deniyordu yaw?).

D.

Burçe’nin yazısı aşağıda:

BURÇE ARI – KAPADOKYA ULTRA TRAIL 2015 30K YARIŞ RAPORU

burçe 1

“İçimdeki spor tutkusu beni Kapadokya’ya sürükledi. Sürüklendiğim yerde kelimenin gerçek anlamında süründüğüm de oldu, hem de çamurda… Koşan bilirmiş gerçekten bu zevki… Koşanlara ve koşmayanlara kendi maceramı yazmak istedim:

Kendimi bildim bileli düzenli spor yaparım. Herhangi bir spor, fark etmez… Sadece yazları veya sadece kışları yaptıklarımı saymazsak genelde spor salonundaydım. Koşmayı sıkıcı buluyordum, lise yıllarında atletizm takımında olduğum bir sene içinde de sevememiştim. Koşmaya Kapadokya Ultra Trail 2015’in yapıldığı tarihten yaklaşık 6 ay önce arkadaşım Banur’un tavsiyesi ile başlamıştım. Bir Runner’s World dergisi alıp okumamı tavsiye etti, koşunun ayrı bir dünya olduğunu, seveceğimi söyledi. Gerçekten de öyle oldu. Artık ben bir koşucuyum.

Önce koşu bandındaydım, sonra dışarı çıktım koşmaya ve kısa süre içinde bağımlısı oldum. Yaptığım spor türleri içinde bu kadar hızla forma sokanını tecrübe etmemiştim. Yoğun ev ve iş hayatım olduğundan dışarıda koştuğum anlar kendimi dinleyebildiğim çok değerli alanım oldu. O yüzden genelde tek başıma koştum, müziğimi dinleyip bol bol oksijen alarak.

Kapadokya Ultra Trail 30K’ya katılma cesaretini tamamen cehaletimden gösterdim. Herhalde öncesinde patika koşusundaki sürpriz dolu mücadelenin ne menem bir şey olduğunu bilseydim kayıt olmazdım bu kadar az tecrübeyle. Ben sadece 36 km boyunca Kapadokya’nın güzel doğasında biraz çıkış biraz iniş koşacağımızı sanıyordum. Tek isteğim Kapadokya’da peri bacalarının arasında koşmayı tecrübe etmekti. Ankara’daki ODTÜ ormanındaki antrenmanlarıma benzer bir rota beklentisi içindeydim. İlk yarış tecrübem olacaktı. Bir iki hafta kala heyecandan uyku düzenim bozulmuştu. Sabahın köründe uyanıp nasıl olacağını hayal etmekten uykuya dalamaz olmuştum. Bazen madem uyandım ve uyuyamıyorum bari çıkıp koşayım diye ay ışığında çıkıp güneş doğana kadar koştuğum oluyordu. Artık nerdeyse boş kaldığımda tek düşündüğüm koşmak ile ilgili konulardı. Ne giymeli, ne yemeli, ne zaman koşmalı, nasıl koşmalı, ne güzeldi koşmak!

Yarışa bir hafta kala en sevdiğim yiyecekleri rahatça yediğim karbonhidrat yüklemesini yaptım ve bol bol su içtim. Antrenmanlarımı azalttım. O hafta daha önce hep kullandığım GPSli saatim bozuldu. Yeni saatimi son gün aldım. Her ne kadar daha iyi bir saat olsa da kendisini tanımıyordum, ilk defa yarışta kullanacaktım. İşte uykumu kaçıracak bir neden daha…

Kapadokya’ya eşim Serdar ve oğullarım Can ve Ali ile birlikte gidecektik. Ayrıca arkadaşlarım Didem ve Dilek de yarışa katılmak üzere geleceklerdi. Cuma sabah saatlerinde Ankara’dan yola çıktık. Göreme’de hep beraber muhteşem manzaralı Artemis Cave Hotel’de kaldık. Kayıt olmak için Ürgüp’e geçtiğimizde stresle karışık mutluluk mu desem heyecan mı desem bilemiyorum, karışık duygular içindeydim.

Koşuda kullanacağım bir çantam hala yoktu. Ankara’da bulamamıştım, ama koşuyorum.net adresinde beğendiğim Raidlight Olmo çantayı Kapadokya’ya getirmesi konusunda Emre Tok ile anlaştık. Daha önce hiç çanta ile koşmadığım için çantayı yarıştan önce denemek istiyordum. Akşamüstü sırtımda çantayla kısa ve hafif tempolu bir koşu yaptım ve eyvah dedim ne kadar rahatsızmış! Sırtımı terletmişti çanta ve sular ağırlık yapıyordu. Aslında çanta gayet iyiydi, zor olan çanta ile koşmaktı. 36 km böyle nasıl gidilir diye ekstra stres olmuştum. Deneme koşumu Göreme’de şehir içindeki rotanın bir kısmında yapmıştım, sarı bayraklar yol kenarlarında görünüyordu. Bir tırmanış gördüm ve orada yarışın zorluğu hakkında bir fikir (ama sadece bir fikir) edinmeye başladım. Kolay olmayacaktı. Son bir haftadır sürekli kontrol ettiğim hava durumu ısrarla yağmur gösteriyordu yarış günü için. Evrene ne kadar mesaj gönderdiysem de kendimi dinletemedim. Yağış, ille de yağış olacaktı.

Bu psikolojiyle tanıtım toplantısına gittim. Serdar ve çocuklar beni dışarıda beklerken, onları da peşimden sürüklediğim için biraz vicdan azabı duyuyordum. Toplantı salonunda kendimi dünyanın her yerinden gelen güzel insanlarla dolu bir topluluk içinde buldum. Tanıtım, aslında web sayfasında defalarca okuduğum bilgilerin tekrarı niteliğindeydi. Asıl soru cevap kısmı çok faydalı oldu. En büyük endişem rotayı şaşırmak, kaybetmekti, bu konuda organizatörler tarafından aydınlatıldık.

Toplantıyı takip eden makarna partisi çok güzel bir alandaydı, yemekler gayet güzeldi ama açık havada yemek için hem hava soğuktu hem de rüzgar esip tozu toprağı yemeğimize yapıştırıyordu. Yine de o tozlu topraklı makarnayı hızlıca yedim. Orada yemek yiyemeyip aç kalan üşümüş çocuklarımı da alıp otele geçtik.

Geceden kıyafetlerimi hazırladım. Uzun günün sonunda güzel bir uyku uyudum. Ceviz ezmesi ve muzdan oluşan kahvaltımı yaptım ve sular seller içinde yarış alanına geldim. Ortam harikaydı. Didem ve Dilek ile bulduğumuz bir tentenin altındaki kalabalığa karışarak olabildiğince ıslanmamaya çalışıyorduk. Arada fotoğraflar çektirmeyi de ihmal etmiyorduk. Tuvalet sırasında tanıştığımız ve daha sonra geçen senenin kategori birincisi olduğunu öğrendiğimiz Hasan, biz çaylaklara son tavsiyelerde bulundu. Başlangıca dakikalar kala göreceli boş bir alan bulup son esneme gerdirme hareketlerimi yaptım. Artık konsantre olmuştum ve tüm endişelerim gitmişti. Adrenalin çoktan damarlarımda dolaşıyordu.

Başlangıç noktasında yerimi aldığımda saatimin GPSini ayarlayamadım. “Artık saate bakmadan elinden gelenin en iyisini yapacaksın Burçe” dedim kendime… ve başladık! Önce yağmur altında çamurlara olabildiğince basmadan koşmaya çalışıyorduk, daha sonra diğerleri gibi bende aldırmadan çamurlara, su birikintilerine bata çıka koşmaya devam ettim. Çok güzeldi, harikaydı! Yağmur daha da güzellik katmıştı. Muhteşem bir rotada ilerliyor, mis gibi manzaraya bakarak koşuyorduk. Çok sayıda kişiyi ilk 10 kmde geçtim ve herhalde yanlış yapıyorum çok mu hızlı ilerliyorum acaba sonlarda çok mu yorgun düşeceğim diye hafif bir kaygı duyuyordum ama yine de yavaşlayamıyordum. Zaten tırmanışlarda ister istemez hızım azalıyordu. İlk kontrol noktasına vardığımda yağmur dinmişti. 1 saat 14 dakikada geldiğimi öğrenince mutlu olmuştum. Yağmurluğumu çıkardım, bir bardak su içtim, bir tane de jel yuvarladım. Oyalanmadan yoluma devam ettim. Şehir içinde bizi izleyen kimi şaşkın kimi el sallayıp cesaretlendiren insanların arasından koşmak çok hoştu. Yerleşim yerinden ormanlık alana girdiğim sırada karşılaştığım patikanın meğer ne zor olduğunu düşünmüyordum çünkü çoktan “runner’s high” denilen o “uçma” durumuna girmiştim. Yüksek sesle müzik listemdeki şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da çamurlu ormanda koşuyor, iniyor, tırmanıyor, daracık, karanlık mağaralara girip, sürpriz dolu harika rotada ilerliyordum. Bir noktada kayboldum, korktuğum başıma geldi, kaybolduğumu hem etrafımda hiç koşan başkası olmadığında hem de rota işaretleri kalmadığında anladım. Hemen geri döndüm aynı yoldan ve nihayet uzaktaki ağacın birindeki beyaz plastik kurdeleyi gördüm ve koşanları gördüm. Bundan sonra tekrar kaybolmamak için önümdekilerin hızında ilerlemeye gayret ettim. Bu da hızımı korumama yaradı. Zaten iple inilen kayayı ve altından mı sürünsem üstünden mi hoplasam sorunsalı ile karşılaştığımız koca kütüğü görünce iyi ki de etrafımda diğer arkadaşlar varmış dedim. Zira buralar yardımsız geçilebilecek gibi değildi. Buna rağmen bir kere daha kısa bir rotadan çıkışım oldu ama erken fark edip geri döndüm. Yine de bir adım dahi fazladan atmak istemeyecek kıvama gelmiştim, bundan sonra daha dikkatli ve hızlı olmalıydım öndekileri kaçırmamak için.

İkinci kontrol noktasına ulaştığımda saat 12: 29’du, artık yorulmuştum ve bir an önce bitirmek istiyordum. Tek mesafe ve zaman mevhumum kontrol noktalarıydı. Burada bir yanılgıya düşüp mataralarımı su doldurmadım. Bir enerji barı yiyerek yoluma devam ettim. Rota boyunca hepsi birbirinden kaliteli insanlarla beraber koştum. Herkesin önceliği diğerinin iyi olup olmadığıydı. Birimiz bir köşede duracak olsa mutlaka durup nasıl olduğu, yardıma ihtiyacı olup olmadığı soruluyor, zor yerlerde el ele tutup birbirimize yardımcı oluyorduk. Neredeyse 90 derece dik tepeleri tırmanırken hiç bu kadar yorulmuş muydum diye kendime soruyordum. Ama bu yolda birçok kişiydik, herkes yorgun ama herkes azimliydi. Bir noktada yanımdan geçen bir arkadaş bir avuç kuru kayısısından almamı teklif etti, diğer bir noktada üzüm toplayıp ikram eden oldu. Üzüm ikram eden arkadaşa saati ve kaç km kaldığını sordum. Tecrübeli birine sormuşum, ayrıntılı bilgi verdi bizi bitişe kadar nasıl bir rota beklediği konusunda. Suyumun bittiğini söylediğimde de kendi suyunun yarısını verdi. Kendisine tekrar buradan teşekkür ediyorum. O kıymetli suyun tadını hiç unutmayacağım. 4 km kalmıştı. Bu şekilde sona yaklaşmıştım. Artık güneş tepedeydi. Başlangıçtaki kapalı gri havada yanıma alayım bari diye dalga geçtiğim güneş kremini çok aradım. Ürgüp’ü gördüğümde çok mutlu oldum, bitirme çizgisine doğru içimde artık ne kadar kalan enerji varsa kullanıp depar attım. Durmaktan çok, bir an önce beni orada bekleyen ailemin güzel erkeklerinin yüzlerini görmek istiyordum. Ve ordaydılar. Arkadaşım Didem’le birlikte. Hayatımın en unutulmaz anlarından biriydi. Sonunda aldığım 15:02’de bitirerek aldığım kategori üçüncülüğü ise üzerine bal kaymak etkisi yarattı. Bunları hiç unutmayayım diye bir de belki başkalarını da motive eder umuduyla böyle bir rapor hazırlayayım dedim.

Kapadokya Ultra Trail organizatörlerine, yarışta birlikte koştuğum arkadaşlarıma ve bana destek olan aileme çok teşekkür ederim.

burce 2

Nuri Bilge Ceylan Panoramik Bakış
29.Ocak.2015

boywithdonkeyDün Nuri Bilge Ceylan’ın Panoramik Bakış isimli sergisine gittim.
Çok güzeldi.
Bu aralar okuduğum/yediğim/seyrettiğim herşeyi fazlasıyla methettiğimi fark ediyorum.
İhtiyatlı dinleyin beni ama cidden güzeldi.İnsanların gözleri tuhaf tuhaf büyüktü portrelerde, “nasıl çekmiş ya bunları üzerinde oynamış mı?, sonradan mı renklendirmiş, yok galiba oyle yapmamış” falan olunuyor.
Vakit bulunca gidin derim. Mart ortasına kadar açık galiba.

D.

Still Alice
28.Ocak.2015

Benim kızları (8.5, 5.5) sömestre tatili dolayısıyla anneanne ve dedeyle İzmir’e yolladığımdan beri çöpsüz üzüm formatında dolanıyorum.
İlk iki günümde 3 film izledim.
Pazartesi Cer Modern’de Nuri Bilge Ceylan’a gitmeye niyetlendik ama Pazartesi’nin Pazartesi olduğunu ofisten fırlamak üzereyken fark ettik. Cer Modern kapalıydı. Neyse yemek yedik dağıldık, ben evde Still Alice ve Mr. Turner’ı seyrettim. Evi hiç toplamaya davranmadım. Demek yanlız yaşayınca insan daha bir rahat oluyor, kasmıyor.

Still Alice

Lisa Genova‘un bir kitabından uyarlanmış. Ben galiba Love Anthony isimli kitabını okumuştum ama sevmiş miydim sevmemiş miydim hatırlamıyorum, o da biraz hüzünlü bir şeydi onu hatırlıyorum.

Julianne Moore yaşlanmıyor, bunu tespit ettim. Alec Baldwin de ( ki kendisini çok, çok severim) her zaman aynı adamı oynuyor, bu da adamı artık bir noktada sıkıyor. Bazen daha hızlı konuşuyor, bazen daha yavaş, bazen de daha alaycı, tüm fark bu yani. Moore’ın kızını oynayan Kristen Stewart çok başarılı bence.

Still_Alice_-_Movie_Poster

Film erken yaşta Alzheimer olan entellektüel bir kadınla ilgiliydi. Kadının iki kızı bir oğlu var. Zaman geçiyor, giden gelmiyor, çocuklar büyüyor, hepimiz yaşlanıcaz vs, duygu seli, hüzünlü tabi.  Ertesi gün falan da kafayı meşgul etmeye devam ediyor, güzel yani.

Filmi genelde güzel anıyorum. Yine de içim sıkılmasın diyenler izlemesin. Yaşlılara, anneme babama daha sıcacık davranayım, bu da bana ders olsun diyenler izlesin. Özeti bu.  Mesajlar karışık oldu ama siz anladınız.

D.

Unutuyorum herşeyi
28.Ocak.2015

greenpills_jz1o

Resim buradan

Bizim ikinci kız doğduktan sonra çok saçma sapan bir düzenle yazdığımı (: yazmadığımı ) fark etmişinizdir. Dahası eskiden yaptığım gibi okuduğum kitapları bir kenara not etmediğim için (hafızam sıkıntılı -B vitamini lazım belki de)  devamlı aynı kitapları/ CD’leri/ filmleri ısmarlarken/alırken buluyorum kendimi.

Onun için arşiv babında minicik yazacağım bundan gayrı.

Sonra, “ya ben o filmi gormüş müydüm?”, “okumuş muydum onu?” vs olmasın.

Olsa da minimum olsun.

D.