Yaz aylarının bir yerinde “”Extremely Loud and Incredibly Close”u seyretmiştim.
Minicik özetliyeyim; Oscar isimli bir oğlan var, babası ile özel bir ilişkileri var, ikisi de icat/keşif meraklısı (ayy hatırladıkça bile içim acıyor). Neyse adamcağız 11 Eylül kurbanı. Doğal olarak, kendi de depresyonda annesi de öyle, ama babasının eşyalarını kurcalarken bulduğu bir anahtarın sırrını keşfedeceğim diye bir ton insanla tanışıyor, hepsinin farklı hikayesi var, herkesin bir derdi var. Oscar’ın tuhaf bir dedesi var, konuşmayan ama o da oğlana can yoldaşı oluyor. Ben çok sevdim bu filmi. Hemen eşime anlattım ballandıra ballandıra. Depresifti tamam ama çok ince bir senaryoydu ( nce de ne demekse artık). Gamze’ye verdim seyret diye, seyretti ama bayılmadığını hissetim.
Film’in yönetmeni Billy Elliot, The Hours ve The Reader’ı çeken Stephen Daldry. Diğer filmlerini de benim sevdiğim tarzda. The Reader’a birşeyler yazmıştım zaten. Ara ara düşünürüm o filmi ben. Herif cezaevine teybe kayda alınmış kitap yollardı kadıncağız dinlesin diye. Çok dokunmuştu bana o:(. Extremely Loud and Incredibly Close’un eleştirilerine baktım. Benim çok kale aldığım Rotten Tomatoes genel olarak fena değil demiş. Ama çok sıkıcı bulan ve sıradan bir 11 Eylül filmi diyen bi ton eleştirmen var.
Bir tanesi çok detaylıydı aşağıda birazını ekliyorum, linkini de veriyorum.
“Masum, bir o kadar da boyundan büyük işlere bulaşacak kadar cesur bir çocuğun hikayesini anlatan Extremely Loud and Incredibly Close, birdenbire insanların duygularını 11 Eylül’ü anarak sömürme girişiminde bulunmuş bir ağıda dönüşüyor. Senaryo boyunca cevap verilmeyen sorular barındıran, verdiği cevapları yerinde vermeyen ve oturduğu çizgi üzerinde gitmeyi başaramamış bir uyarlama ile karşı karşıya olduğunuzu anlıyorsunuz filmi izledikçe. Her ne kadar filmin sonuna öylesine yerleştirilmiş gibi duran bir sekansla cevaplandırılan ama aynı malum sonda olduğu gibi boşluk içinde yüzen Abby Black karakterinin tavırları, aynı şekilde anne Linda Schell karakterinin dış kapının dış mandalı menvalinde gösterilmesi ve en önemlisi bunların düzeltilmeye çalışılmaması Roth’un ve Daldry’nin kariyerlerinde yaptıkları ciddi birer hatadır. Elbette film sırasında aklıma takılan küçük şeyler var; cevabını alamadığım ve şimdi hatırlamadığım. Ve o şeyler bir araya gelince seyirci film izlerken kendini kandırılmış hissediyor –ötesi yok”.
Bilemiyorum. Ben sevdim, gerisi de vız gelir. Max von Sydow, Oscar’ın sonradan tanıdığı ve konuşmayı uzun zaman önce bırakmış dedesi rolünde süper. Hiç konuşmadan bu performansı ile Oscar’a aday gösterildi. Ama alamadı bişey. Canı sağolsun.
İmza D.
Bir sürü film seyrettim bu aralar. En sonuncudan başa doğru yazacağım.
Sadece bizim 7 yaşındaki ufalıkla evde seyredelim diye – ve de açıkcası VCD’sinin 4 lira olması motivasyonuyla- edinilmiş bir film. Ama bizimki bayıldı. 5 kere seyretti o zamandan beri. Doğrusu ilk seyrettiğinde biraz duygusallaştı, zira filmde 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu var (Dakota Fanning oynuyor) ve babası bitkisel hayatta. Annesi de bunu hiç sallamıyor, çocuk bakıcı ellerinde vs. Bizimki, bitkisel hayat olayını epey sorguladı. İlk kim ölecek bizim aileden vs. “Yahu dedim, düşünme bunları, ne biçim çocuksun sen?”, “Yok mu başka tasan? Mesela yarın ne giysen okula?” falan dedim, yemedi. Film bitince zırladı biraz garibim. Ama film de duygusaldı biraz gerçi, ben de zorlasam ağlardım. Gerçi ben zorlamasam da ağlayabilirim, ben haberler de bile rahatlıkla zırlıyorum. Film sonrası babasını aradık, ona da sinirli konuştu, adamın kabahati varmış gibi. Şimdilerde ağlamadan seyrediyor. Bu arada bizim 2.5 yaşındaki eleman devamlı etrafta, filmi de tam takip edemiyor ama ablası gergin farkında, devamlı soru soruyor vs, o da yoruyor tabii. Ben hasbelkader bir kızcağız demiş bulundum, hemen kaptı papağan. “Kızcağıza nolmuş? Kızcağıza nolmuş anne? Kızcağıza nolmuş?”… Böyle devamlı fonda bir tip. Ertesi gün “kız” diyeceği her yerde “kızcağız” dedi. Daha doğrusu “kıtccaaz” gibi birşey dedi. Sonraki gün unutttu kelimeyi, saçma sapan bir şeyler söyledi, sonra iyice unuttuJ
Bu arada Dakota Fanning de büyüdü, belki yeni resimlerini görmüşünüzdür.
Bu filme, bu kadar.
Uzun zamandır iki ufaklıkla evde tek başına olmanın başa çıkamadığım yorgunluğu ile saat 10 gibi sızdığımdan film falan izlediğim yoktu. Genelde kızları uyutmaya çalışırken kendimi sızmış bulduğumdan artık saati kurup kızları öyle uyutmaya hamle yapıyorum.. Geçenlerde nasıl olduysa allah yüzüme baktım bir filmi sonuna kadar izledim. İzlediğim ilk Hint filmi olduğunu itiraf etmeliyim;
3 Idiots. 2009’da çekmişler gişe hasılatı açısından rekorlar kırmış en fazla gişe hasılatı yapan film olmuş. Film üniversitedeki 3 gencin etrafında geçiyor. Biri babası istiyor diye mühendislik okuyor ama aslında doğa fotoğrafçısı olmak istiyor, diğeri yoksul ailesini kurtarma peşinde, bir diğer ise Rancho ( adını hatırlayabildiğim tek karakter) makinelere tutkun mucit bir tip kendisi. “Formülleri ezberlemekle bu iş olmaz olayın kendisini anlamak lazım, bu iş böyle öğretilmez” gibisinden hocalarla devamlı bir tartışması var. Genel olarak eğlenceli, bir takım sevimli mesajlar da veriyor (hayallerinin peşinden git falan gibi) , illa seyredin falan demeyeceğim ama elinize geçerse de iyi vakit geçirilir. Neticede ülke dışından en iyi iş yapmış Hint filmini seyretmiş olursunuz. Müzikleri de bıcırık.
Bir de enteresan bir hadise var. Bir kişi konuşurken arada söyleyeceklerinin yarısını İngilizce söylüyor gibi geldi bana, ama sıklıkla oldu bu. Nasıl yani? Hindistanda böyle mi oluyor bu işler? Millet bir Hintçe bir İngilizce mi konuşuyor? Bilen varsa aydınlatırsa sevinirim:)
Geçen hafta İstanbul’da iş seyahatinde iken beraber gittiğimiz bir arkadaş ile İstiklal’de kitapçı karıştırıyorduk. Ben o sıralar John Irving’in Twisted River isimli kitabını bitirmeye uğraşıyorum, elimden bırakamıyorum (hatta, o gün katıldığım sempozyumda arada kitabın son sayfalarını bitirmek amacıyla kendime dosyalardan barikat yaptığımı itiraf etmeliyim. Kimsenin fark etmediğini tahmin ediyorum. Özellikle televizyon kameraları salonu terk ettikten sonra kitabı çıkardım zira akşam haberlerinde basının ” bak nasıl sevimli bir şey yakaladık, kız sempozyumda kitap okuyor” diye gösterebilecekleri, uyuklayan sempozyum dinleyicisine benzer bir görüntü vermek istemiyordum.)
Neyse arkadaşım John Irving kimdi ya? dedi. The World According to Garp‘ın yazarı dedim, zira en bilinen kitabı o herhalde. Arkadaşım da hatırladı, ver onu bana bitirince dedi. Ama aynı akşam yemek yediğimiz kuzene kitabı bırakınca arkadaşa başka bir kitabını getirmem gerekti. Bu arada başka bir arkadaşa da John Irving’e giriş babında, onu ürkütmeyecek başka bir kitap getirmeyi vaat etmiştim.Dün iki kitabı da sabah unutmayayım diye yatınca haliyle John Irving rüyama girdi.Rüya şöyle; Irving bir otelde konuşma yapıyormuş. Biz de eşimle oradayız. Ben kendisinin çıkan her kitabını edinip ( biri hariç) okuduğum için, hastasıyım, en önlerde saf tutmuşum. Bakıyorum adamın sol kolu normal bir kolun yarısı uzunluğunda. Allah diyorum adamın bin tane resmini gördüm yoktu böyle bir olayı, zira kendisi eski güreşci, sporcu vs. Neyse, o mevzu geri planda kalıyor, bir sohbet ortamı da oluyor. Ben tüm kitaplarınızı okudum, falan filan, şu kitapta da söyle yazmıştınız vs diyorum. Adam ayy canıımm gibi bana şefkat duyan, hiç ecnebi işi olmayan bir sesle onu da mı okudun diyor? Ben de yaaa hepsini okudum diyorum diye cevap veriyorum. Biraz isyan ediyorum yahu biz beş saattir ne anlatıyoruz gibisinden, detaylıca açıklıyorum: Bir tek diyorum Son of the Circus’u bitiremedim ingilizcesi çok ağır geldi bir de diyorum Until I find You ‘yu daha piyasaya çıkmadan 6 ay önce sipariş edip okuyamadım onu da okuyacağım en yakın zamanda. Bir de çok gençken okuduğum için konusunu hiç hatırlamadım bu vesileyle benim açımdan sıfır kilometre kitap gibi tekrar okuyabileceğim 1-2 kitap var demiyorum. Rüyayla ilgili hatırladığım başka bir şey yok. Meşhur görmek iyidir, hayırdır inşallah diyorum. Bana bir yerden para gelecek, super seyahatlere çıkacağım, şeklinde yorumluyorum ki öyle çıksın. Rüyaları neye yorarsanız ona çıkar, kulağınıza küpe olsun, onun için şom ağızlılara rüya anlatırsanız kendi kendinizi yakarsınız.
Durum bu. Özetle ilk arkadaşıma The Fourth Hand, Diğerine ise Trying to Save Piggy Sneed isimli hikaye derlemesini getirdim.
Wickipedia‘da Irving’i okurken şunu fark ettim, sevindim; herkese döne döne Irving anlatırken sıklıkça adamın hep aynı temaları kullandığından bahsederim. Hakikaten böyle bir şey varmış, sağolsunlar tablosunu bile yapmışlar. Bu arada adamın 2012 de bir kitabı daha çıkacağını tespit ettim:) In One Person.
Title
New England
Prostitutes
Wrestling
Vienna
Bears
Deadly accident
Absent Parent
Film-making / Screen Writing
Writers
Setting Free the Bears
Y
The Water-Method Man
The 158-Pound Marriage
The World According to Garp
The Hotel New Hampshire
The Cider House Rules
A Prayer for Owen Meany
A Son of the Circus
A Widow for One Year
The Fourth Hand
Until I Find You
Last Night in Twisted River
Şiddetle tavsiye. Hem de hepsi:):):)
İmza sadık okuyucu D.
Cumartesi Oranges and Sunshine diye bir film seyrettim.
Film Margaret Humphreys (Emily Watson oynuyor) isimli bir sosyal hizmetler uzmanı kadıncağızın İngiltere’de bir skandalı ortaya çıkarması ile başlıyor. Film Nottingham’da geçince ilk etapta ilgimi çekti, şehirden tanıdık manzaralar görebilir miyim hevesiyle oturdum başına. Sonrasında bırakamadım, seyrettikçe depreştim. Cumartesim heba oldu. Özetle şöyle hikayesi; 1800 kadar çocuk 1950’lerden 1970’lere kadar uzanan zaman diliminde İngiltere’den Avustralya’ya göç ettirilmişler. Çoğunun babası yok ama anneleri hayattaymış, buna rağmen çocuklara annelerinin öldüğü söylenmiş ve zaten öksüz olduğunuz için başka şansınız yok vs diye gözleri korkutulmuş. Avustralya da düş gibi anlatılmış, hep güneş vardır, dalından portakal yersiniz kahvaltıda vs. Aralarında dört yaşında çocuklar bile varmış, onlara uzun gemi yolculuğunda nispeten büyük olanlar sahip cıkmış, bunlar da 13 yaşında falan. Sonra Avustralya’ya vardıklarında kendilerine ablalık edenlerden ayrılmaları da gerekmiş, çocuklar bir kere daha perişan olmuşlar. Avustralya’da da bazıları manastır gibi yerlerde tutulup çoğunlukla barınak ve yemek karşılığı çalıştırılmışlar. Tüm sürgünlerin asıl amacı da işgücü eksiğini kapatmak. Cinsel ve fiziksel taciz son derece olağan gibiymiş. Bu arada İngiltere’de kalan anneler de yurda bıraktıkları çocuklarının peşine düşüyor, onların ki de ayrı bir trajedi. Filmde Margaret yemiyor, içiyor bir vakıf kuruluyor ve bazı çocukları anneleriyle buluşturmak mümkün oluyor. Çocukların sayıları çok fazla olduğu için bu arayışlar uzun süre devam eder gibi görünüyor.
Bu kolonilere çocuk yollama muhabbeti de aslında 1850’lerde çocuklar için çalışan Annie MacPherson isimli bir kadıncağızın başının altından çıkmış. Başlangıçta çocukların çalıştırıldığı ve kazanılan para ile de beslenip eğitildikleri yurtlar işletiyormuş. Sonrasında kadıncağız iyi niyetli olarak bu çocuklar yeni bir başlangıç yapsın hesabın bunları kolonilere yollamak için fon toplamaya başlamış. Herkes de iyi niyetli olmadığından olayın seyri değişmiş. Bir kaç kaynaktan okuyunca insan olayın %100 suiistimal üzerine kurulu olmadığını görüp bir miktar çocuğun da evlat isteyen evlere yerleştirilme şansı olduğunu görüyor bir ölçüde ferahlıyor. Ama genel olarak çok moral bozucu. İnsanın biri 6 diğer 1.5 yaşında iki de bebesi varsa daha da bir fena oluyor:(
2010’da Gordon Brown hükümeti bu çocuklardan özür dilemiş resmen sanırım. Daha da okuyayım uykularım kaçsın derseniz buradan buyurun.