Epeydir yazamadık Kırmızı Baykuş‘a. Hep niyetliyiz ama olmuyor. Sonra sağolsun Burçe, Kapadokya Ultra trail 2015‘de 30K koştu. Hatta dereceye girdi ve tezcanlı bir insan olduğu için üşenmeden yazdı. Aşağıdaki post etmeyi başardık. Unutmuşuz bu işleri, zorlandık ama oldu:) Ben de koştum, bu arada onu da söyleyeyim, gerçi bitiremedim, diskalifiye oldum.Ama çok da iyi geçti, gene gideceğim. Ben de, minimum antremanla 30K’ya nasıl hamle yapılır, başa neler gelir tadında birşeyler yazacağım ama ağır kanlıyım, belki sene bitmeden yazarım… Yazayım yahu. Hatta bu da 2015 yılı için son temennilerimden biri falan gibi birşey olsun (new year resolution nasıl deniyordu yaw?).
D.
Burçe’nin yazısı aşağıda:
BURÇE ARI – KAPADOKYA ULTRA TRAIL 2015 30K YARIŞ RAPORU
“İçimdeki spor tutkusu beni Kapadokya’ya sürükledi. Sürüklendiğim yerde kelimenin gerçek anlamında süründüğüm de oldu, hem de çamurda… Koşan bilirmiş gerçekten bu zevki… Koşanlara ve koşmayanlara kendi maceramı yazmak istedim:
Kendimi bildim bileli düzenli spor yaparım. Herhangi bir spor, fark etmez… Sadece yazları veya sadece kışları yaptıklarımı saymazsak genelde spor salonundaydım. Koşmayı sıkıcı buluyordum, lise yıllarında atletizm takımında olduğum bir sene içinde de sevememiştim. Koşmaya Kapadokya Ultra Trail 2015’in yapıldığı tarihten yaklaşık 6 ay önce arkadaşım Banur’un tavsiyesi ile başlamıştım. Bir Runner’s World dergisi alıp okumamı tavsiye etti, koşunun ayrı bir dünya olduğunu, seveceğimi söyledi. Gerçekten de öyle oldu. Artık ben bir koşucuyum.
Önce koşu bandındaydım, sonra dışarı çıktım koşmaya ve kısa süre içinde bağımlısı oldum. Yaptığım spor türleri içinde bu kadar hızla forma sokanını tecrübe etmemiştim. Yoğun ev ve iş hayatım olduğundan dışarıda koştuğum anlar kendimi dinleyebildiğim çok değerli alanım oldu. O yüzden genelde tek başıma koştum, müziğimi dinleyip bol bol oksijen alarak.
Kapadokya Ultra Trail 30K’ya katılma cesaretini tamamen cehaletimden gösterdim. Herhalde öncesinde patika koşusundaki sürpriz dolu mücadelenin ne menem bir şey olduğunu bilseydim kayıt olmazdım bu kadar az tecrübeyle. Ben sadece 36 km boyunca Kapadokya’nın güzel doğasında biraz çıkış biraz iniş koşacağımızı sanıyordum. Tek isteğim Kapadokya’da peri bacalarının arasında koşmayı tecrübe etmekti. Ankara’daki ODTÜ ormanındaki antrenmanlarıma benzer bir rota beklentisi içindeydim. İlk yarış tecrübem olacaktı. Bir iki hafta kala heyecandan uyku düzenim bozulmuştu. Sabahın köründe uyanıp nasıl olacağını hayal etmekten uykuya dalamaz olmuştum. Bazen madem uyandım ve uyuyamıyorum bari çıkıp koşayım diye ay ışığında çıkıp güneş doğana kadar koştuğum oluyordu. Artık nerdeyse boş kaldığımda tek düşündüğüm koşmak ile ilgili konulardı. Ne giymeli, ne yemeli, ne zaman koşmalı, nasıl koşmalı, ne güzeldi koşmak!
Yarışa bir hafta kala en sevdiğim yiyecekleri rahatça yediğim karbonhidrat yüklemesini yaptım ve bol bol su içtim. Antrenmanlarımı azalttım. O hafta daha önce hep kullandığım GPSli saatim bozuldu. Yeni saatimi son gün aldım. Her ne kadar daha iyi bir saat olsa da kendisini tanımıyordum, ilk defa yarışta kullanacaktım. İşte uykumu kaçıracak bir neden daha…
Kapadokya’ya eşim Serdar ve oğullarım Can ve Ali ile birlikte gidecektik. Ayrıca arkadaşlarım Didem ve Dilek de yarışa katılmak üzere geleceklerdi. Cuma sabah saatlerinde Ankara’dan yola çıktık. Göreme’de hep beraber muhteşem manzaralı Artemis Cave Hotel’de kaldık. Kayıt olmak için Ürgüp’e geçtiğimizde stresle karışık mutluluk mu desem heyecan mı desem bilemiyorum, karışık duygular içindeydim.
Koşuda kullanacağım bir çantam hala yoktu. Ankara’da bulamamıştım, ama koşuyorum.net adresinde beğendiğim Raidlight Olmo çantayı Kapadokya’ya getirmesi konusunda Emre Tok ile anlaştık. Daha önce hiç çanta ile koşmadığım için çantayı yarıştan önce denemek istiyordum. Akşamüstü sırtımda çantayla kısa ve hafif tempolu bir koşu yaptım ve eyvah dedim ne kadar rahatsızmış! Sırtımı terletmişti çanta ve sular ağırlık yapıyordu. Aslında çanta gayet iyiydi, zor olan çanta ile koşmaktı. 36 km böyle nasıl gidilir diye ekstra stres olmuştum. Deneme koşumu Göreme’de şehir içindeki rotanın bir kısmında yapmıştım, sarı bayraklar yol kenarlarında görünüyordu. Bir tırmanış gördüm ve orada yarışın zorluğu hakkında bir fikir (ama sadece bir fikir) edinmeye başladım. Kolay olmayacaktı. Son bir haftadır sürekli kontrol ettiğim hava durumu ısrarla yağmur gösteriyordu yarış günü için. Evrene ne kadar mesaj gönderdiysem de kendimi dinletemedim. Yağış, ille de yağış olacaktı.
Bu psikolojiyle tanıtım toplantısına gittim. Serdar ve çocuklar beni dışarıda beklerken, onları da peşimden sürüklediğim için biraz vicdan azabı duyuyordum. Toplantı salonunda kendimi dünyanın her yerinden gelen güzel insanlarla dolu bir topluluk içinde buldum. Tanıtım, aslında web sayfasında defalarca okuduğum bilgilerin tekrarı niteliğindeydi. Asıl soru cevap kısmı çok faydalı oldu. En büyük endişem rotayı şaşırmak, kaybetmekti, bu konuda organizatörler tarafından aydınlatıldık.
Toplantıyı takip eden makarna partisi çok güzel bir alandaydı, yemekler gayet güzeldi ama açık havada yemek için hem hava soğuktu hem de rüzgar esip tozu toprağı yemeğimize yapıştırıyordu. Yine de o tozlu topraklı makarnayı hızlıca yedim. Orada yemek yiyemeyip aç kalan üşümüş çocuklarımı da alıp otele geçtik.
Geceden kıyafetlerimi hazırladım. Uzun günün sonunda güzel bir uyku uyudum. Ceviz ezmesi ve muzdan oluşan kahvaltımı yaptım ve sular seller içinde yarış alanına geldim. Ortam harikaydı. Didem ve Dilek ile bulduğumuz bir tentenin altındaki kalabalığa karışarak olabildiğince ıslanmamaya çalışıyorduk. Arada fotoğraflar çektirmeyi de ihmal etmiyorduk. Tuvalet sırasında tanıştığımız ve daha sonra geçen senenin kategori birincisi olduğunu öğrendiğimiz Hasan, biz çaylaklara son tavsiyelerde bulundu. Başlangıca dakikalar kala göreceli boş bir alan bulup son esneme gerdirme hareketlerimi yaptım. Artık konsantre olmuştum ve tüm endişelerim gitmişti. Adrenalin çoktan damarlarımda dolaşıyordu.
Başlangıç noktasında yerimi aldığımda saatimin GPSini ayarlayamadım. “Artık saate bakmadan elinden gelenin en iyisini yapacaksın Burçe” dedim kendime… ve başladık! Önce yağmur altında çamurlara olabildiğince basmadan koşmaya çalışıyorduk, daha sonra diğerleri gibi bende aldırmadan çamurlara, su birikintilerine bata çıka koşmaya devam ettim. Çok güzeldi, harikaydı! Yağmur daha da güzellik katmıştı. Muhteşem bir rotada ilerliyor, mis gibi manzaraya bakarak koşuyorduk. Çok sayıda kişiyi ilk 10 kmde geçtim ve herhalde yanlış yapıyorum çok mu hızlı ilerliyorum acaba sonlarda çok mu yorgun düşeceğim diye hafif bir kaygı duyuyordum ama yine de yavaşlayamıyordum. Zaten tırmanışlarda ister istemez hızım azalıyordu. İlk kontrol noktasına vardığımda yağmur dinmişti. 1 saat 14 dakikada geldiğimi öğrenince mutlu olmuştum. Yağmurluğumu çıkardım, bir bardak su içtim, bir tane de jel yuvarladım. Oyalanmadan yoluma devam ettim. Şehir içinde bizi izleyen kimi şaşkın kimi el sallayıp cesaretlendiren insanların arasından koşmak çok hoştu. Yerleşim yerinden ormanlık alana girdiğim sırada karşılaştığım patikanın meğer ne zor olduğunu düşünmüyordum çünkü çoktan “runner’s high” denilen o “uçma” durumuna girmiştim. Yüksek sesle müzik listemdeki şarkıya eşlik ediyor, bir yandan da çamurlu ormanda koşuyor, iniyor, tırmanıyor, daracık, karanlık mağaralara girip, sürpriz dolu harika rotada ilerliyordum. Bir noktada kayboldum, korktuğum başıma geldi, kaybolduğumu hem etrafımda hiç koşan başkası olmadığında hem de rota işaretleri kalmadığında anladım. Hemen geri döndüm aynı yoldan ve nihayet uzaktaki ağacın birindeki beyaz plastik kurdeleyi gördüm ve koşanları gördüm. Bundan sonra tekrar kaybolmamak için önümdekilerin hızında ilerlemeye gayret ettim. Bu da hızımı korumama yaradı. Zaten iple inilen kayayı ve altından mı sürünsem üstünden mi hoplasam sorunsalı ile karşılaştığımız koca kütüğü görünce iyi ki de etrafımda diğer arkadaşlar varmış dedim. Zira buralar yardımsız geçilebilecek gibi değildi. Buna rağmen bir kere daha kısa bir rotadan çıkışım oldu ama erken fark edip geri döndüm. Yine de bir adım dahi fazladan atmak istemeyecek kıvama gelmiştim, bundan sonra daha dikkatli ve hızlı olmalıydım öndekileri kaçırmamak için.
İkinci kontrol noktasına ulaştığımda saat 12: 29’du, artık yorulmuştum ve bir an önce bitirmek istiyordum. Tek mesafe ve zaman mevhumum kontrol noktalarıydı. Burada bir yanılgıya düşüp mataralarımı su doldurmadım. Bir enerji barı yiyerek yoluma devam ettim. Rota boyunca hepsi birbirinden kaliteli insanlarla beraber koştum. Herkesin önceliği diğerinin iyi olup olmadığıydı. Birimiz bir köşede duracak olsa mutlaka durup nasıl olduğu, yardıma ihtiyacı olup olmadığı soruluyor, zor yerlerde el ele tutup birbirimize yardımcı oluyorduk. Neredeyse 90 derece dik tepeleri tırmanırken hiç bu kadar yorulmuş muydum diye kendime soruyordum. Ama bu yolda birçok kişiydik, herkes yorgun ama herkes azimliydi. Bir noktada yanımdan geçen bir arkadaş bir avuç kuru kayısısından almamı teklif etti, diğer bir noktada üzüm toplayıp ikram eden oldu. Üzüm ikram eden arkadaşa saati ve kaç km kaldığını sordum. Tecrübeli birine sormuşum, ayrıntılı bilgi verdi bizi bitişe kadar nasıl bir rota beklediği konusunda. Suyumun bittiğini söylediğimde de kendi suyunun yarısını verdi. Kendisine tekrar buradan teşekkür ediyorum. O kıymetli suyun tadını hiç unutmayacağım. 4 km kalmıştı. Bu şekilde sona yaklaşmıştım. Artık güneş tepedeydi. Başlangıçtaki kapalı gri havada yanıma alayım bari diye dalga geçtiğim güneş kremini çok aradım. Ürgüp’ü gördüğümde çok mutlu oldum, bitirme çizgisine doğru içimde artık ne kadar kalan enerji varsa kullanıp depar attım. Durmaktan çok, bir an önce beni orada bekleyen ailemin güzel erkeklerinin yüzlerini görmek istiyordum. Ve ordaydılar. Arkadaşım Didem’le birlikte. Hayatımın en unutulmaz anlarından biriydi. Sonunda aldığım 15:02’de bitirerek aldığım kategori üçüncülüğü ise üzerine bal kaymak etkisi yarattı. Bunları hiç unutmayayım diye bir de belki başkalarını da motive eder umuduyla böyle bir rapor hazırlayayım dedim.
Kapadokya Ultra Trail organizatörlerine, yarışta birlikte koştuğum arkadaşlarıma ve bana destek olan aileme çok teşekkür ederim.
Ne zaman Kıbrıs’a birileri gidecek olsa Kıbrıs’lı bir arkadaşımın başına ekşiyorduk o da garibim oturup birşeyler yazıyordu. O da artık bu yükten kurtulsun diye Baykuş’a koymaya karar verdik:
“Ulaşım: Kıbrıs’ta bir yerden bir yere gitmek için kesinlikle araba veya minibus kiralamanız gerek. Toplu taşıma küçük minibüslerle yapılıyor ama size bayağı vakit kaybettirir. Yerel kontağa ihtiyacınız olursa bize mesaj atın belki yardımcı olabiliriz.
4 ana şehir var: Lefkoşa, Girne, Mağosa, Güzelyurt. Genelde Girne’de kalınır ki en iyisi. Ben olsam 4-5 gününüz var bu seyahat rotasını izlerdim:
ilk gün: Girne merkez turu / Bellapais (köy + manastır) / St. Hillarion kalesi : Buradan dağ yolundan Kalkanlı-Geçit köy’e bağlantı var. Tüm yol boyunca adanın kuzey şeridinin neredeyse tamamını görebilirsiniz. Sanırım bu yolu bisiklet kiralayabilirseniz bisikletle gitmek en iyisi. Doğası ve manzarası mükemmel. Güneşli ve açık bir günde Türkiye dağlarını görebilirsiniz.Mutlaka yapın.
Geçit köy-Karşıyaka-Lapta-Alsancak- Karaoğlanoğlu köylerinin içinden geçerek Girne’ye dönüş (Lapta’da özellikle dağ eteklerinde kilise ve manastırlar var. Lapta belediyesi önünde aracınızı park ederseniz taş yaya yolundan yamaçtaki St. Anthanasious manastırına çıkabilirsiniz. Burası şuan bir otel ama girip manzarayı seyretmenize izin verirler.
Karaoğlanoğlu’na geldiğinizde dağa doğru dönüp yüksekteki Karmi köyünü ziyaret edin. Mutlaka yapın bunu. Burası epeyi yüksekte İngiliz ve Almanların yaşadığı sokakların daracık ve deniz taşı-arnavut kaldırımı olduğu bir köy. Köyün 2 tane pub’ı var. Birşeyler içip manzarayı seyretmek çok hoş olabilir.
Akşam Girne yat limanı/Girne kalesine gidebilirsiniz.
Yemek için Girne-Ozanköy mevkindeki Archway lokantasını tavsiye ederim. Mezeleri ve yerel spesiyallerden Şeftali kebabını deneyebilirsiniz.
İkinci ve üçüncü gün: Girne- Çatalköy-Esentepe sahil yolundan Karpaz’a : Bu vereceğiniz molalara bağlı olarak 3-4 saatlik bir yol olabilir. Fakat büyük bir kısmı sahil şeridi. Arada köylere girip gezebilirsiniz. Yolda Alagadi halk plajında durup yüzebilirsiniz. Burası Kıbrıs’taki Caretta-caretta’ların tek yumurtlama alanı. Karpaz burnuna ulaşmadan Rum-Türk karışık olan bir köy var (Dip-karpaz köyü). Burada Rum-Türk kahveleri karşı karşıya. Hangisi sizi kabul ederse orada birşeyler içebilirsiniz.
Ben olsam en az 2 gün Karpaz burnunda geçirirdim. Çok güzel plajlar var (Bafra, Kumyalı ve Altın Kumsal süperdir). Özellikle dalış için belki de en uygun bölge burası herhalde.
Kalacak yer: Plajda çadır kurmak her zaman bir alternatif tabi.
Malibu Otel (bölgedeki en konforlu otel, küçük, kendi koyu var): Telefon 0392 3744264 Cep: 0533 8600791
Hasan Balcı’nın yeri (Burası 100 dönümlük bir çiftlik. Kendi koyu var. Küçük bungalow’lar kiralayabilirsiniz. Restoranı da var ve her zaman taze balık bulunur). Koyunda bir dalış külübü var sanırım: Mephisto Diving (www.mephisto-diving.com)
4. gün: Karpaz- Mağosa- dağ yolundan (yolda sorarsanız dağ yolu neresiymiş gösterirler) Girne’ye dönüş
Mağosa’da surlar içi tarihi bir kısım var, Lala Mustafa Paşa meydanı ve camisi var + Namık Kemal’in bir zamanlar sürgüne gönderildiği yer var (hepsi yan yana).
Maraş sınırını görmek isterseniz Palm Beach otelin yanında Maraşa bitişik bir plaj var. Deniz güzel + denizdeyken Maraş kapalı bölgeyi seyredebilirsiniz.
5.gün: Lefkoşa- Güzelyurt gezileri (Tepebaşı mevkinden Girne’ye geri dönüş)
Lefkoşa’da surlar içi denen küçük tarihi bir kısım var. Hamamlar ve bandabulda (food market)’i gezebilir, Yeni Han içerisinde yemek yiyebilirsiniz. Ayrıca burada yeşil hat sınırını görebileceğiniz noktalar var. Saray Otel’in tepesine çıkıp da Lefkoşa’nın güney (Rum) kısmını seyredebilirsiniz.
Güzelyurt küçük bir kasaba, fakat narinciye tarlaları ile ünlü. Ayarlayabilirseniz bir portokal tarlasına gidip dalından portakal yiyin veya burada turunç macununu deneyin derim. Güzelyurt’tan Girne’ye dönüş yolu çok güzel. Yol üzerinde anayoldan sapıp Akdeniz köyünden girip sahil şeridinden epeyi uzun süren (yaklaşık 3 saat) yolu seçmenizi tavsiye ederim. Bu yol Kayalar köyünden üzerinden ilk gün göreceğiniz Geçit köye bağlanır. Manzara yine muhteşem, denize girebileceğiniz bakir yerler var. Akdeniz köyünden hemen sonra eski Rum Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makaryos’un avukatı olan ünlü bir silah kaçakcısının evi var. Şuan müze. Entrika dolu bir ev olduğu söyleniyor..
Yerel mutfak: Şeftali kebabı, fırın/küp kebabı (yolda geçtiğiniz köylerde yol üzerinde görebilirsiniz), pirohu (peynirli ravioli gibi birşey), mangalda ızgara hellim, yerel mezeler, molehiya (ekşili bir sebze yemeği) denemenizi tavsiye ederim.
Girne konaklama: Oteller genellikle pahalıdır, ama sezon dışı olursa uygun birsey bulunabilir. Küçük tatil köylerini tavsiye ederim (mesela Riverside tatil köyü, Alsancak)
Küçük bütçeli birşeyler tercih ederseniz bir tanıdığın kiralık 4 tane küçük bungalow’dan oluşan bir yeri var. Self-catering. İçerisinde ihtiyacınız olabilecek birçok şey var (su ısıtıcısı, ocak, vs.). Klima ve televizyon da var.
Adres: Karaoğlanoğlu, Tempo market arkası Bölge: Karaoğlanoğlu Girne şehir merkezine araba ile 5 dakikada. Yer denize (kayalık) yürüyerek 5 dakika. Girne’nin en popular 4 restoranı (Address, Misina, Le Figaro, Ambians yürüyerek 5 dakika). Fiyat: 25 Pound geceliği (2 kişi) veya 30 Pound geceliği (maximum 3 kişi)
Tavsiye edebileceğim birkaç web-sites: http://www.cyprusparadise.com/
Umarım gidince Kıbrıs’ı seversiniz. Son dönemde şehirler çok bozuldu, ama normal turistik çevrelerin dışına çıkınca bence halen bakır birçok güzelliği var.
Huuuh! Ben evimi özelidim galiba 🙂 “
Emrivaki şekilde konuk yazar oldu, kendisine teşekkürü borç biliriz.
İmza D.
Batum’a ilk defa 2010 Temmuz’unda gitmiştik çoluk çocuk. 27 Temmuz 2011’de bir post yazıp gerisi gelecek demişim ama gerisini getirememişim, tırı vırı şeyler yazmışım. Eşim benim ikinci kızımızı doğurmadan hemen önce orada bir pozisyon kabul etmişti. Hemen akabinde de gitti. 2 ay sonra ben de doğum iznini fırsat bilip yanına gittik. Upuzun kaldık. O zaman bizim ufaklık henüz 3 aylık idi ama erken doğmuştu (bakınız ilgili post), normal doğmuş olsaydı 1 aylık olacaktı. 2 kg civarında minicik bir şeydi. Pasaport kontrolünde polisler bizimkinin pasaport resmine bakıp gülme krizine giriyorlardı. Çocuk kafasını dik tutamazken vesikalık çektirdi garibim ama sayesinde pasaport kuyruklarında birinci sınıf muamele gördük. Hatta millet bize fırça çekiyordu; “neden sıraya girdiniz öne geçseniz” diye. Gürcülerin böyle bir olayı vardır, turist çocuklarına süper bir ihtimam.
Çok sevmiştim ben Gürcistan’ı. Gerçi Türkiye’ye kıyasla oldukça geri kalmış bir ülke. Hizmet sektörü yerlerde geziyor. Buranın sıradan garsonu orada ödül alır (var mı öyle bir ödül? Ayın personeli belki?). Hele tesisatçılar falan şaka gibi. Süper güler yüzlü de değiller ilk bakışta. Fazla çamur da atamıyorum artık bir sürü arkadaşımız var diye 🙂, cidden doğal insanlar diyelim. Ama tanıyınca iyi kalpli tipler, tamam biraz sert duruyorlar ama dost olanları da kardeş gibi oluyor.
2010’da ve 2011’de Batum’da deliler gibi inşaatlar vardı. Sheraton 2010’da açılmıştı; havuzu hayatımızı kurtardı bizim, o zaman 4 yaşında olan kızım resmen tüm Temmuz ayını orada geçirdi. Türkçe konuşmasalar da diğer çocuklara yanaşmayı öğrendi. Geliştirdi kendini çocuk mecburen. Gürcü garsonlarla uzun uzun muhabbete dalıyordu, ne konuşuyordu, nece konuşuyordu hala bilmiyoruz.
Batum’da hedef zaten dünyanın her tarafından tuhaf tuhaf binaların benzerlerini yapıp değişik bir mimari koleksiyon oluşturmakmış. Eski binaları da adam gibi restore ediyorlar. Bu yılbaşı gittiğimizde gördük ki bu inşaatların çoğu bitmiş. Bir çok kafe restoran açılmış. Her şeyden önemlisi arkadaşları çamura hazırlamak için “eğer yağmur yağarsa bittik çünkü ortalık çamurdan geçilmiyor” konuşmaları yapmıştım. Şok oldum zira tüm yolları Arnavut kaldırımı yapmışlar, refüjlere palmiyeler (evet Karadeniz kıyısı ama gene de palmiyeler var zira Adjara bölgesinde astro tropikal iklim diye bir olay var, Batum da Adjara’nın başkenti) ekmişler, inanılmazdı, çamurdan eser yoktu. Şansımıza yağmur da sadece yarım gün sürdü.
2011 tarihli postumda yazdığımı tekrar ediyorum. Karadeniz’e giden Batum’a da geçsin, bir günde her yeri gezer zaten. Sınırda da işlemler kolaylaşmış. Biraz bekleyebilir ama anormal de beklemez. Pasaporta da gerek yok nüfus cüzdanı ile geçilebiliyor. Biz parayı kasıp Trabzon’a iç hat uçup, Batum’dan araba ayarlamıştık onunla geçtik Gürcistan tarafına. Bize mesaj atarsanız size kontak numaraları verebilirim. HOpa uçusu var THY’nin . O da Batum’a indiriyor ama Havaştan inmeden sizi Hopa’ya getiriyor. Ama o uçus da Trabzon uçuşuna kıyasla pahalı idi. Zaten Trabzon Batum arası 2 saat gibi. Hep deniz kenarı. Sağda balıkçılar var. Çok zevkli bir yol.
Batum dönüşü Trabzon uçuşuna doğru giderken yoldan sapıp Ayder yaylasına çıktık. Kar vardı tepelerde, bembeyazdı Ayder inanılmaz güzeldi ama dağda yiyecek bulamadık, ekipaç kaldı. Dönüşte Çayeli’nde Lale Restoran‘da yedik. Kavurması yediğim en güzel kavurmaydı (herkes aynı fikirdeydi) üstelik ben et yiyemem, ona rağmen. Sütlacı da inanılmazdı. Millet evde pişirmeye fasülye aldı, benim o cephede kapasite çok sınırlı olduğundan hiç girişmedim o işlere. Giderken de Uzungöl’e gitmiştik. Orada kar yoktu, gölün etrafında yemek yiyecek bir yer bulmuştuk ama başarılı değildi. Ama ekibin kalan kısmıyla buluştuktan sonra sınıra doğru giderken gene Çayeli’nde, Hüsrev‘de yemiştik, orada da sütlaç inanılmazdı. Geçenlerde Marmaris Söğüt’e gittik (eski söğüt yazıma buyrun, değişen hiç birşey yok herşey hala süper tek fark bu sefer bizde iki çocuk olması), orada da gelsin sütlaç gitsin sütlaç modundaydık hepimiz (2.5 kilo alınarak dönüldü:)). Sanırım bu aralar sütlaçlarla aşk yaşıyorum…
Taa 2007′den kalan gezi yazısı gibi birşey: Ne zaman İstanbul civarında bir yere gitmeye niyetlensek eşimi hep Edirne’ye götürmeye çalışıyorum, o da olayı arada sırada sorguluyor; “Neden hep Edirne-Trakya?” . Gerçi Edirne’ye de topu topu bir kere gittik ama sevmişim ben ne bileyim. Birkaç sebep var: İğneada süper gelişmiş değil tamam, ama tuhaf bir yer, sanki insan çocukluğunda tatile gitmiş gibi. O kadar kalabalıklardan uzak ki, sevimli yani. Gerçi pansiyonlar konusunda ihtiyatlı davranmak lazım. Sonra Edirne’de badem ezmesi var, ciğer falan da var ama o benim ilgi alanım dışında. İstanbul-Edirne otobanın etrafı da günebakan tarlası dolu, arabada çitleyerek seyir mümkün. Sonra, Kırklareli’nde köfteciler meyhane gibi, bazen millet bar sandalyesine tüneyip bira da içiyor. Herkes bir tuhaf aydınlık vs. Bu tip şeyler.
Deli olduğumu düşünmenizi istemediğimden aşağıda, 2007′de gittiğimiz Edirne seyahati için hazırladığım programı eklemek konusunda epey tereddüt ettim. Bu tip programlar yapmaya, ilk bu Edirne seyahati için, bizim iş gezilerinin program formatından esinlenerek (biraz da dalga olsun diye) başlamıştım. Zira tüm seyahat hazırlığı bana ait olduğu için sorumluluk boyutu vardı olayın. “100 km demiştin 300 çıktı, nasıl yani otel araştırmadın mıydı?” tipi münakaşalar oluyordu. Bunları asgariye indirmeye çalıştım, arada fark edeceğiniz üzere, web’den yapıştırılmış bir sürü bilgi de var. Yolda bol bol vakit var okuruz diye. Dahası arkadaşlardan gelen mailleri de yapıştırmışım, atlamayalım diye:). Bu programı hep kaybederim, sonra da yolladığım arkadaşlardan arayıp bulmalarını isterim. Artık kaybolmaz herhalde, fazladan birilerinin de işine yarayabilir. Ama 2007 tarihli olduğunu unutmayalım. Teyit etmeden kullanmayın, karışmam:)
3-8 Ağustos 2007
“İĞNEADA –EDİRNE-TEKİRDAĞ”
Cuma 3 Ağustos
08:30: Ankara-İstanbul
11:30: Bir yerlerde yemek
14:00-16:30: İstanbul’dan İğneada’ya hareket
Afra Deniz Otel www.afradenizotel.com
(8′i suit 28 oda 110 yatak kapasitesi)
Tel: 0288 692 2885 afra_deniz_otel@hotmail.com
Oda kahvaltı 60 milyon (Ağustos 2012 tarihli not: 2007 fiyatı bu unutmayın – kahvaltısı iyidi bu otelin, onu hatırlıyorum. Ama banyoda tuhaf kahverengi plastik terlikler vardı, duş almayı aklıma bile getirmediydim, napayım doğruya doğru..)
(Ağustos 2012 tarihli not: İğneada ile ilgili genel bilgi. Web’den bir yerden araklamışım zamanında): Karadeniz kıyısında 20 km uzaklıkta geniş bir kumsala sahip olan İğneada koruma altındaki yedi gölü, zengin doğası oksijen çadırından farksız havası ve bünyesinde sakladığı sürprizlerle yatırımcılar için çok cazip bir belde. Evliya Çelebi ünlü Seyahatname’sinin 501. sayfasında Fatih’in akıncılarından İne Atlı Gazi’nin fethettiği bir belde harap, yıkılmış kalesi içinde odunculukla geçinen Rumlar yaşarmış diye yazmış. Yedigöller Milli Parkı ile rekabet edecek güzellikteki bölgede Erikli-Mert-Hamam-Pedina-Saka-Sülüklü ve Ramana isimleriyle anılan yedi göl bulunuyor. Sazan, kızılkanat, kefal, levrek, ilerya gibi balık çeşitlerinin yaşadığı göller koruma altında. 20 km. uzunluğundaki kumsalda yürüyüş yapmak, sezonda denize girmek ise bir başka keyif sayılıyor. MTA tarafından yapılan araştırmada içinde altın zerrecikleri bulunan kumsalda, ekonomik olmadığı gerekçesiyle üretimden vazgeçilmiş. Denizle orman havasını teneffüs ederek yürüyüşe çıkanlar stres atarken aynı kumsalda dalgaların taşıdığı deniz kabuklarını da topluyorlar. Haziran-Eylül ayları arasında çok sayıda ziyaretçinin yaz tatilini geçirdiği İğneada, kış aylarında da haftasonu kentten kaçanların huzur sığınağı olarak kabul ediliyor. Belediye sahilde 35 dönüm araziyi ağaçlandırıp çevre düzenlemesi yapmış. Pis sular oldukça gelişmiş bir kanalizasyon sistemiyle ormanın iç kesimlerine akıtılınca deniz içme suyu kadar temiz kalmış. Tipik Karadeniz sahillerinin aksine yaz aylarında sakin ve dalgasız deniz doğal liman olarak kuzey rüzgarlarına kapalı 150 metre sığ denizin yanısıra 3. ve 4. zamanın başlarında çevredeki dağlardan nehirler aracılığıyla gelen alüvyonların Rapana sırtı arası ile Limanköy Platosu’nun önündeki körfez doldurmasıyla bölge bu şekilde göller cennetine dönüşmüş. Yabani hayvanlar ve kuşlar için doğal barınak olan göllerin bir bölümü sazlıklarla kaplı. Özellikle Hamam ve Pedine gölleri Bulgaristan, Rusya, Tuna Nehri deltasından gelen kuğu, yabanördeği gibi göçmen kuşlara evsahipliği yapıyor. Bulgaristan tarafından gelen tekneleri ilk karşılayan deniz feneri, Liman Baba Türbesi’ni görebilirsiniz. Bulgar hududunu oluşturan üç metre enindeki Rezve Deresi kıyısına kurulu Beğendik Köyü, Atatürk Örnek Köyü olarak yapılmış. İğneada’ya 13 km. uzaklıktaki köyü gezebiliyorsunuz.
Cumartesi 4 Ağustos
16:30 – 17:30: İğneada – Kırklaraeli (100-120 km)
“Doğal Yerler: Kırklareli’nde gezip görülebilecek doğal yerler arasında göl ve barajlar, mağara, tabiatı koruma alanları, orman içi dinlenme ve mesire yerleri ile plajlar bulunmaktadır.Göl ve Barajlar: Kırklareli’nde Hamam, Pedina, Mert, Erikli ve Saka gölleri ile Kırklareli, Armağan ve Kayalı barajları bulunmaktadır. Mağaralar: Merkezde Bedre, Demirköy’de Dupnisa Mağarası, Pınarhisar’da Pekmezdere, Vize’de Domuzdere, Kaptanın, Kıyıköy ve Yenesu mağaraları bulunmaktadır. Tabiatı Koruma Alanları:Demirköy ilçesinde Saka Gölü Longozu Tabiatı Koruma Alanı ve Vize İlçesinde Kastro Körfezi Tabiatı Koruma Alanı bulunmaktadır. Plajlar: Demirköy’de İğneada, Vize’de Kıyıköy ve Kastros plajları bulunmaktadır. Tarihi Yerler: Kırklareli tarihi yapıları bakımından Osmanlı kültür mirasına sahip zengin illerden biridir. Bu eserler arasında cami, hamam, şehitlik,çeşme, köprü ve türbeler yer almaktadır. Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u Fethetmek için kullandığı topların döküldüğü Tophane’nin düzenleme çalışmaları devam ediyor. Demirköy ilçesinde bulunan ve İstanbul’un fethi sırasında kullanılan topların döküldüğü Tophane’nin çevresi teller ile koruma altına alınmış ve çevre temizliği yapılmıştır. tophane’nin çevre düzenleme çalışmalarına devam edilmektedir. Dupnisa Mağarası’nın daha rahat ziyaret edilebilmesini sağlayacak tedbirler alınıyor. Kırklareli Valiliği tarafından hazırlanan “Dupnisa Mağarası Düzenleme Sistemi Projesi” uygulaması sürdürülmektedir. Proje ile mağaranın aydınlatması sağlanacak ve gezi yolları ve giriş bölümü çevre düzenlemesi yapılacaktır.”
17:30 – 18:30: Kırklaraeli – Edirne (80 km)
Efe Hotel :
Maarif Caddesi NO 13 KALEİÇİ Edirne
0284 213 61 66- 213 64 66
(Ağustos 2012 tarihli not: Güzel bir oteldi bu.)
Aşağıda da bir arkadaşımın gitmeden once bana gör diye hatırlattığı şeyler, aynen ekliyorum:
“Edirne de yapılacaklar:
1) Selimiye’ye hayran kalınacak, içi dışı gezilecek, içeride ters lale var çini, bahçesinde lale olup izin vermeyen ters bir kadına atıfla lale ters yapılmış
2) Selimiye’nin etrafındaki bahçelerde çay içilecek ve meydandaki lokantalardan PARK Köftecisi Osman Usta’dan bol bol köfte yenecek
3) Keçecizade tatlıcısından bademli kurabiye yenecek
4) Keçecizade Kervansaray’a restorasyon yapılıyor – merak edilirse bakılacak
5) Osmanlı Yargıtay (kule gibi) binası nehirlerden birinin yanında
6) Kırkpınar güreşlerinin yapıldığı sahaya yakın güzel bir et lokantası var (Paşa Konağı gibi), bahçeleri filan da güzel (sivrisinek bolca her yerde!)
7) Ayrıca ciğeri meşhur, bizimkiler yüzünden ben yiyemedim, ama ancak öğlenleri bulunuyormuş…
8) London pub Saraçlar caddesinde
9) Şu anda rektörlük binası olan eski Tren istasyonuna bakılacak, onun yakınında sevimsiz Lozan anıtı var, o da görülecek (bu eski istasyon/yeni rektörlük binası şehrin epey dışında ama)
10) Türkiye’nin en büyük eski sinangogu olan yıkık bina görülecek, O da Saraçlar caddesi sonunda taksicilere sorulacak
11) Bulgar SV George Kilisesi içerde kimse yoktu gezemedik…
12) Merak ediliyorsa Bahailerin beyaz ev ve bahçesi görülecek
13) Romanları en eski tarihi yerleşim yeri Kemikçiler mahallesi, biz gidemedik..
14) Selimiye meydanına bakan eski bir güzel binanın önünde fayton var, ona binilecek
15) Şehirde bol bol yürünecek, çok hoş
16) İyi tatiller”
Geçen sene Temmuz ayında ilk gidişimden beri bir Gürcistan yazısı yazacağım diye hep aklımda, ama senenin çoğunu iki çocukla evde yalnız geçirdiğimden mi, yoksa eskisine göre daha yaşlı ve uyuz olduğumdan mı bilemiyorum elim değmedi. Ne zaman ki G. Avustralya-Hong Kong seyahatinden döndü, bir de “Kanguru nasıl beslenir?“ temalı postu yazdı, allah dedim bunun arkası gelir, en azından bir kronolojiye sabit kalalım yazılarda.
Gürcistan’ı çok sevdim ben, Türkiye’den tabii ki daha geri ama öte yandan şıkşıkırdam tatil kalabalıklarından uzak, her taraf yemyeşil, üstüne bir de palmiyeler ve deniz var. Dağ desen, o da var. Tarih var. Özetle ben çok sevdiğim için abartabilirim bunu aklınızın bir kenarına yazın, öyle okuyun.
Hopa sınırından Gürcistan’a geçiş
Paraya kıyıp Tiflis’e uçmam ben diyen herkese, Karadeniz’e yolları düştüğü takdirde hemencecik Hopa sınır kapısından Batum’a geçmelerini öneriyorum. Sarp’da sınırı geçtikten sonra Batum şehir merkezi sınıra en fazla 15 kilometre herhalde, resmen yürüme mesafesi. Geçen sene pasaportunda 6 aylık süresi olan TC vatandaşları vizesiz geçebiliyorlardı. Hatta galiba sadece nufüs kağıdıyla da geçilebilecek diye bir karar çıktı ama uygulamaya geçildi mi bilemiyorum.
Hopa ‘da sınırda insanın başına gelebilecek en kötü şey, bir yolcu otobüsünün arkasına düşmek. O zaman biraz sıra bekliyorsunuz. Yoksa 20 dakikada herşey bitmiş oluyor. Hele ki sizin arabada çocuk varsa Gürcüler çok hassas, sizi azarlayarak sıranın önüne geçiriyorlar (allah belanı versin kadın öne geçsene ne duruyorsun sırada kucağında çocukla şeklinde tercüme edilebileceğini tahmin ettiğim birşeyler bağırıp duruyorlar) işlemler kolaylıkla hallediliyor.
Ben ilk gittiğimde bizim o zamanlar yaklaşık 2000 gr gelen 2 numaralı ufaklık sayesinde zaten fazlasıyla bir merhametle karşılanıyorduk. Sık geçişler sonrası sınırın her iki tarafında da gayet yakinen tanınıyorduk. Sıra bekletmediler sağolsunlar.
Sınırı geçince hemen ferah ferah yollarla karşılaşıyorsun. Biz ilk gittiğimizde (Temmuz 2010) yollar çok kötüydü. Hatta Tiflis’e ilk defa karayolu ile gittiğimizde 4 saat sonunda eşime, ya bu ne arabada mıyız deveye mi bindik belli değil diye çıkıştığımı hatırlıyorum. Devamlı biri seni dürtüyor gibi habire bir çukurdan çıkıp diğerine giriyorsun, kucağımda da bebek, diğeri de solumda devamlı konuşuyor, çıldıracak gibi olmuştum. Sonradan yollar yapıldı, durum toparlandı.
Bir sıkıntı var: Hayvancılık önemli tabii oralarda. Bu hayvanların büyük kısmı yollarda gezinmekte bir sakınca görmüyor. Trafik azami dikkat gerektiriyor.
Batum Gürcistan’ın en popüler turizm beldesi. Geçen sene yazın başında Sheraton açıldı, bu sene ise diğer 5 yıldızlı oteller açılıyor. Devam edecek..