Hiç bir şey yazamıyorum yıllardır. Ama seyrettiğim filmleri de kitapları da unutuyorum diye stres yapıyorum. Hele hele hayatıma Netflix girdi diye olay daha da stresli bir hal aldı. Netflix ile bir aşk yaşıyorum. Devamlı devamlı evde kalıp bir şeyler seyretmek istiyorum. Devamlı. Bir defter tutmaya başladım, üzerinde sevimli bir hipster zürafa var. Oraya liste yapıyorum seyrettim, okudum diye vs, vs. Bazen sadece filmin afişini post edeyim ya da kitabın kapağını, kayıtta dursun diye de düşünüyorum. Neyse belki onu da yaparım bir ara.
Bu çerçevede ayağıma söyle bir top geldi: Seyredip bayıldığım “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” filmini Gülse Birsel yazmış. Tüm hislerime de tercüman olmuş. Oradan arakladım. Frances McDormand‘a da hastayım. Sam Rockwell‘e de.
“Gülse Birsel Zamanın ruhu ve ‘Three Billboards’ 7 Mart 2018 ŞAHSEN Oscar adayım “Three Billboards Outside Ebbing, Missouri” isimli filmdi. En iyi kadın ve yardımcı erkek Oscar’larını aldı, ama bana yetmedi. Martin McDonagh imzalı, son yıllarda en çok etkilendiğim, en ilginç senaryolardan biri. Belki hem dünyada hem Türkiye’de, son dönemin hâkim; ‘kutuplaşma, kendisi gibi olmayandan nefret, önyargı, saldırganlık’ iklimini en sert haliyle sunup, sonra, üstelik de inandırıcı bir bakış açısıyla, buna çözüm ihtimali sunduğu için. “Three Billboards”, hikâyesinde tecavüz, cinayet, kundakçılık, hatta işkence gibi sert konular bulunan bir dram. Aynı zamanda içinde insani zaaflar, küçük aşklar, eğlenceli diyaloglar, çok kaliteli mizah barındıran, neredeyse bir kara komedi. Bu film öfkeye, nefrete, ırkçılığa, ‘öteki’ne önyargıya, saldırganlık ve şiddete dair bir film… Ama aynı zamanda affetmeye, hataları anlamaya, değişim umuduna, sevgiye, dostluğa, barışmaya, insan ruhuna inancı kaybetmemeye dair bir film. Son yıllarda her ülkede çoğalan, ve/veya siyasetçilerin pompalamasıyla sesini, öfkesini daha çok yükselten bir ‘cahil, önyargılı, homofobik, ayırımcı, taraflı, saldırgan ama aslında işe yaramaz ve ezik erkek’ tipolojisi filmde Sam Rockwell’e Oscar getiren Dixon karakteriyle temsil ediliyor. Ama işte, o başından beri filmin kötü ve tehlikeli adamı, hiç ümidimiz olmayan, toplumdan buharlaşıp uçmasını istediğimiz Dixon, öğreniyor… İyi bir şey yapmaya karar veriyor… Kendini değiştirmeye, birilerini (özellikle ‘öteki’ni) sevmeye ve affetmeye, affedilmeye karar veriyor. Kulağa bu kadar didaktik gelen cümleler, filmde inandırıcı, sürükleyici, üstelik de eğlenceli bir hikâyeyle anlatılıyor. Ve inanın geleceğe dair, Dixon gibi ‘kendisinden umudu kestiklerimiz’ ve onlarla beraber yaşayabilme ihtimali için öyle ümit veriyor ki film… Muhakkak izleyin derim. Yılın değil, bu dönemin filmidir…”
D.
Benim kızları (8.5, 5.5) sömestre tatili dolayısıyla anneanne ve dedeyle İzmir’e yolladığımdan beri çöpsüz üzüm formatında dolanıyorum. İlk iki günümde 3 film izledim. Pazartesi Cer Modern’de Nuri Bilge Ceylan’a gitmeye niyetlendik ama Pazartesi’nin Pazartesi olduğunu ofisten fırlamak üzereyken fark ettik. Cer Modern kapalıydı. Neyse yemek yedik dağıldık, ben evde Still Alice ve Mr. Turner’ı seyrettim. Evi hiç toplamaya davranmadım. Demek yanlız yaşayınca insan daha bir rahat oluyor, kasmıyor.
Still Alice
Lisa Genova‘un bir kitabından uyarlanmış. Ben galiba Love Anthony isimli kitabını okumuştum ama sevmiş miydim sevmemiş miydim hatırlamıyorum, o da biraz hüzünlü bir şeydi onu hatırlıyorum.
Julianne Moore yaşlanmıyor, bunu tespit ettim. Alec Baldwin de ( ki kendisini çok, çok severim) her zaman aynı adamı oynuyor, bu da adamı artık bir noktada sıkıyor. Bazen daha hızlı konuşuyor, bazen daha yavaş, bazen de daha alaycı, tüm fark bu yani. Moore’ın kızını oynayan Kristen Stewart çok başarılı bence.
Film erken yaşta Alzheimer olan entellektüel bir kadınla ilgiliydi. Kadının iki kızı bir oğlu var. Zaman geçiyor, giden gelmiyor, çocuklar büyüyor, hepimiz yaşlanıcaz vs, duygu seli, hüzünlü tabi. Ertesi gün falan da kafayı meşgul etmeye devam ediyor, güzel yani.
Filmi genelde güzel anıyorum. Yine de içim sıkılmasın diyenler izlemesin. Yaşlılara, anneme babama daha sıcacık davranayım, bu da bana ders olsun diyenler izlesin. Özeti bu. Mesajlar karışık oldu ama siz anladınız.
Geçenlerde seyrettiğim filmlerden biri de Conviction idi. O da tam not aldı benden.
Hillary Swank ( ayıptır söylemesi 10 yıl önce bana benzetirlerdi, ama özellikle Insomnia‘daki haliyle ki o da pek iltifat/kendini beğenmişlik sayılmaz onun için rahatlıkla söyleyebilirim-bir de biz yaşlandık kadın hala aynı o da ayrı bir sinir harbi sebebi) başrolde. Gene çok doğal, çok başarılı.
Konu gerçek bir olaya dayanıyor; kadıncağız cinayetten hüküm giymiş kardeşini idamdan ( ama o eyalette infaz edilmiyor,eyaletin hangisi olduğunu unuttum) kurtarayım diye hukuk okuyor. Tam gerekli delili buldu diyorsun gene olmuyor, uzuyor, uzuyor ama film sıkmıyor.
Bir de bazı sahneler çok fena yapıyor insanı; Mesela bunlar çocukluklarında bakıcı ailelerde geziniyorlar zira anneleri korkunç bir tip. Bir seferinde iki farklı aileye veriliyorlar ve çığlık çığlık ayrılıyorlar. İnsan kendi çocuklarını düşününce “batsın bu dünya” falan diyor özellikle biraz önce seyrettiği dokümanter film “Habab Çeşmeleri” ise (bakınız bir önceki post) bu duygu daha da ağır basıyor. Onun dışında Swank’in kardeşi ( Sam Rockwell, daha evvelden izlediğim bir oyuncu değil doğrusu ama tanıdık bir tip) yıllarca masumken içerde yatıyor, bu da bu işler her ülkede mi bu kadar kolay falan dedirttiriyor ama Amerika’da olması da çok şaşılası değil. Hollywood’un % 30’u bu tip konulu filmlerdir herhalde. Filmin en güzel taraflarından biri filmin ortalarında bir yerlerde ortaya çıkan bir avukatı Peter Gallagher‘in oynaması. Pek severim kendisini. Hak ettiği yere gelememiş biridir bence.
Bir yorumum daha var; Yahu bu Minnie Driver ( Hillary Swank’ın yakın arkadaşını oynuyor) İngiliz mi? değil mi? Cevap değil ise, ne kadar çok filmde İngiliz aksanı yapıyor kardeşim… Gerçi herşeyi tamamen yanlış hatırlıyor olabilirim son yorumu dikkate almayın.
İmza D.
Geçen akşam 2 film seyrettim. İlkini hemen paylaşayım;
Habab Çeşmeleri
Fethiye Çetin‘in Anneannem kitabını ilk yayınlandığı yıllarda okumuş ve çok sevmiştim. Okumayanlara hatırlatayım; Fethiye Çetin 95 yaşındaki anneannesinin Ermeni olduğunu öğrenmesinden sonra 1915’te Amerika’ya göç eden akrabalarının izini sürerek, hem ailesinin hem de anneannesinin öyküsünü yazmıştı. O günler gitsin, bir daha gelmesin dileğiyle. Yaşı elliden büyük olmayan ve az çok görünür bir gayrimüslim azınlığa ev sahipliği yapmayan şehirlerde büyüyen ve çok da bir şeyler okuyup öğreneyim derdinde olmayanların maalesef çok empati yapamıyorlar. Kitap o anlamda deli gibi ufuk açıyor.
Kitabta Elazığ’ın Habab köyündeki çeşmelere referans vardı. Geçen seneydi herhalde, bu çeşmelerin restore edildiğini okumuştum. Tabii yolumuz Elazığ’a düşmedi şahsen göremedik. Ama ona yakın güzellikte bir şey oldu, restorasyonun hikâyesi filme çekildi. Geçtiğimiz haftalarda Uçan Süpürge Film Festivalinde gösterildi, ben gene seyredemedim ama allah razı olsun bir arkadaşım bana DVD’sini buldu. Dün afiyetle seyrettim.
“- Anneannem kitabının yazarı Fethiye Çetin şu anda karşınızda olsa ona ne söylemek istersiniz?
– Anneannen için özür dilerim.
– Peki anneanne karşınızda olsa?
– (Bir süre sustuktan sonra gözleri yaşararak) Konuşamam.
“Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş’un (diğer adıyla Seher’in) doğumunun yüzüncü, ailesini kaybedişinin doksanıncı yıldönümü olan 2005 yılında İzmirli, orta yaşlı, kendisini Kemalist olarak tanımlayan bir kadın okuyucunun yazar Fethiye Çetin’le yaşadığı bu hayali karşılaşmadaki gözü yaşlı suskunluk bize ne söylüyor?”
Yukarıdaki yazıyı Habab Çeşmeleri ile ilgili bianetteki bir yazıdan aldım. İlgilenenler devamını burada bulabilir. Yazı çeşmelerin ve restorasyonun hikayesine detaylıca yer veriyor. Ben şimdi tekrar edip sizleri sıkmayayım. Radikal’de de bir yazı çıkmıştı. Çok güzeldi film. İlgisi olana tavsiye ederim.
Geçenlerde, nerdeyse bana yıllar kadar gelen bir aradan sonra benim iki kızı da annemlere satarak arkadaşlarımla The Master’a gittik. Öncesinde ağır bir yemek yedik, bir sürü şarap içtik, tatlı yedik vs. İyice ağırlık bastıktan sonra 20.45 matinesine 21.05’de yalvararak girdik. Filmin başları kaçmıştı ama dert etmedik. Ben aslında biraz ettim, çünkü sinir olurum başını vs görmediğim filme devam etmeye, hep bir şeyler kaçar. Filmde Joaquin Phoenix ile Philip Seymour Hoffman oynuyor. Joaquin Phoenix’e hasta olduğumu daha önce yazmıştım (mesela Gladiator, mesela Walk the Line, mesela 8mms). Phoenix bıraktım sinemayı diye ukalalıklar yapmıştı birkaç yıl önce. Sonra dönmüş tabii tez zamanda, çizmiş biraz karizmayı bu açıdan. Öte yandan (aslında tipi düzgün bir herif olmasına rağmen) burada oynadığı karakter kambur, çarpık çurpuk bir tip ama güzel oynamıştı kerata. Hoffman’a da zaten edecek lafımız yok. Geçenlerde Truman Capote’un Soğukkanlılıkla diye bir kitabını okumuştum. Onun filmi çekilmiş idi orada da oynuyordu, seyretmeye niyetlenmiştim, olmamıştı galiba. Uyumuşumdur kesin. Amy Adams‘ da Seymour’un karısını oynuyor. Onu da The Office dizisinden hatırlarsınız belki. Sıkıcı bir insandı kendisi, bu filmde de öyle. Film Freddie Quell (Phoenix oynuyor), isimli 2. Dünya Savaşında savaşmış birinin hikâyesi üzerine kurulu. Quell, Lancaster Dodd (Hoffman oynuyor), ile tanışıyor. Onun da tarikat gibi bir oluşumu var. Ona takılıyor. Tarikatın adı “the Cause”. Bir sürü müridi var, müridler bunları evlerinde yediriyor, içiriyor, onlarda bu arada sıkıcı sıkıcı egzersizler yapıyorlar vs. Çok hafife indirgemiş olmayayım olayı ama cidden sıkıcı şeyler yapıyorlar. İnsan koşarak uzaklaşmak istiyor dahası olay 50’lerde falan geçiyor.
Özetle -şaraptan mıdır nedendir bilmiyorum- bana çok sıkıcı geldi. Seyrederken “ulan ilginç de konu ama ben bunu kimseye tavsiye edemem” diye düşünürken buldum kendimi. Tam kaçta bitecek bu hesapları yaparken (144 dakika sürüyor) hesapladığımdan 25 dakika erken bitti. Güzel bir sürpriz yaptı, demek başında tahminimizden daha uzun bir kısmını kaçırmışız. Ben arada uyudum ( evet B. itiraf ediyorum ben arada uyudum ama sen dürtünce- bir kere dürttündü – olaya hakimmişim gibi bir surat takınmaya çalıştım. Çaktırmadığıma inanıyorum).
Bizim entelektüel seviye (B. seni de harcamış olmayayım ben kendimden bahsediyorum) olayı kavramaya yetmemiş olabilir çünkü film iyi eleştiriler almış. Mesela Rotten Tomatoes ki benim çok nazarı dikkate aldığım bir websitesidir bayağı iyi demiş özetle. Gerçi herkes Phoenix ve Seymour’un performansını övmüş, biz de onlara bir şey demiyoruz zaten. Bir de Scientology ile benzerlik muhabbeti var. Hoffman’ın Scientology’yi kuran L. Ron Hubbard , ile benzerliği konuşulmuş, Ben Hubbard’ı bilmediğimden bir şey diyemeyeceğim. Umurumda da değil açıkçası. Özetle epey sıkıldım ama çok kötü de diyemeyeceğim. Şimdiki aklım olsa gitmem diyerek konuyu kapatayım.