SIDEBAR
»
S
I
D
E
B
A
R
«
Meyveli rakılar
20.Ağustos.2009

Bu aralar bir sürü arkadaşımızın yaşgünü var. Bu vesileyle türlü türlü meyveli kokteyl cinsi içecek çıkıyor karşıma. Geçenlerde bir arkadaşın yaşgününde, Ayça’nın evde yaptığı şeftalili/rakılı bir şeyi içmiştim. Çok harikaydı. Gerçi bu likörü bayanların çok sevdiğini, ama erkek tayfasının rakı sade içilir diyerek hak ettiği primi vermediğini gözledim. Nar ile farklı bir çeşidi de yapılabiliyormuş. O da gayet iyi oluyormuş. O gün şişede dururken -bitmeye yakın- çektiğim bir resmini buldum, sağını solunu budadım, eklemek istedi canım.

raki

Tariflerini veriyorum:

Narlı olan:

35 cl. Yeni rakı

3 nar

1,5 su bardağı şeker ( şekeri azcık suda eritiyoruz önce )

1,5 su bardağı soğuk su

Narların içini çıkarıp, şeker ve su ile birlikte kaynatıyoruz. Sonra süzüp ince tül gibi bir şeyden geçirip, iyice suyunu çıkarıyoruz. Ayça, en az 3-4 sefer tekrar tekrar süzüyormuş, narın aromasını tamamen almak için. Bu kısım hazır olunca üzerine rakı ekleniyor. Ne kadar soğukta beklerse o kadar oturuyor tadı.

Şeftalili için ise nar yerine üç şeftali kullanıyoruz. Yöntem aynı. Deneyin bakalım.

İmza D.

Afrodizyak bir yiyecek: Bal
16.Temmuz.2009

ari

İran’da eskiden çiftler evlendikten sonraki bir ay boyunca, motive olmak için her gün bal likörü içermiş. Balayı da buradan geliyormuş.

Balda testesteron üretiminde etkin olan B vitamini bol miktarda bulunuyormuş. Ayrıca baldaki fruktoz kişiye güç vermesinin dışında, istikrarlı bir enerji arttırımının sağlanmasında da etkiliymiş. Bilginize…

İmza G.

Neredeyse günübirlik Brüksel
8.Temmuz.2009

Brüksel ile aram pek olmadığından, yırtamayıp mecbur kaldığım bir Brüksel seyahatini aklımca kısa tuttum; beter oldum.

Pazar gecesi alkol tüketiminde kendi çıtamı biraz zorladığım için olsa gerek, ertesi sabah itibarıyla keskin bir başağrısı iki  gözümün arasına yerleşmişti. Dolayısıyla yola dezavantajlı başladım. Pazartesi sabahı saat 8:30  gibi araç beni evden aldı, yola koyulduk.  Her seferinde tanımamakta ısrar ettiğim ama beni sanki her allahın günü havaalanına götürüyormuş gibi karşılayan şöför konusunda, bu sefer tedbirliydim. Kim gelirse gelsin her allahın günü beni havaalanına götüren bir adammış gibi davranacaktım. Karşılıklı rol kesmeye gerek kalmadı; yakın davranan şöför geldi, ben hemen anladım durumu. Bu sefer yol boyu adamcağıza ayıp oldu mu diye endişelenmeme gerek kalmadı; zira pek bir sevecendim. Neyse tanıdık  şöför beni alana bıraktı.

Sadece bir sırt çantası ve normal kadın çantam eşliğinde seyahat ettim bu sefer. Ertesi  gün bagaj kaybolur da kanvas pantalonla toplantıya girmek zorunda kalırım endişesiyle, hiçbirini bagaja vermeme niyetindeydim baştan. Sıvı jel, şampuan falan almadım yanıma. Gerekirse deodoranı o noktada bırakacağım direnmeyeceğim diye kararımı verdim. Neyse ne krem, ne de deodoran, aslında pekala el bagajındaki  sıvı, tehlikeli madde vs. olarak algılanabilecekleri halde sorun çıkarmadılar. Hep birlikte yola koyulduk.

Sonra İstanbul uçağında sevgili oldukları her hallerinden belli iki  delikanlıyla yan yana uçtuk. Benim yanımda oturan, bir noktada benim uçağın sallamasından yüzümü türlü türlü şekle soktuğumu farketti. Beni eğlendirmek adına beni taklite başladı. Ben de tabii  sağol desteğin için dercesine arada güldüm, ama uçak da ciddi sallıyordu. Neyse yanımdaki arkadaş türlü türlü komiklik yaptı. Ben de ayıp olmasın, çaba harcıyor ve daha ziyade artık kendi işine baksın derdiyle  artık surat yapmamaya çalıştım. Tamam herşey yolunda gibisinden. Alana indik.

Sonra ikinci etaba ilerledim. Baktım bir noktada yanımda oturan çift gene etrafta ve uzaktan bana, herşey yolunda, iyi gidiyorsun gibi işaretler yapıyorlar. Ben de herşey yolunda, eksik olmayın tipi mimikler yapıp, uçağa doğru arazi oldum. Sonra tam ben kalkış  başarıyla tamamlandı, yaşayacağız galiba derken, pilot Brüksel’de hava yağışlı dedi. Hiç sevmiyorum bulut içinde uçmayı. Neyse bu sefer yanım boştu, mimikleri gözleyip taklit edecek kimse yoktu, ürktüm, yatıştım, ürktüm, yatıştım, sonunda hırsımdan kitaba verdim kendimi.

Bir iki hafta kadar önce, elçiliklerin birinde düzenlenen bir ikinci el eşya pazarından, kızıma 3 TL’ye bağlama atkısı kopuk (sonradan farkettim) bir bisiklet kaskı, ikisi 1 TL’ye iğrenç pembe plastik kediler (cik cik öten düdüğü bile yok inanın, ama kendi istedi ve bir sürü kitap, oyuncak, DVD arasından bir tek onu istedi.) ve az tedbirli ana baba olarak kıza şapka getirmeyi unuttuğumuzdan, 1 TL’ye de bir şapka   almıştık. Bunların  dışında yaklaşık 15 adet kitabı ise sadece 12 ( yazıyla oniki) TL’ye almıştım. Bunlardan biri yanımdaydı.

weightwater

Kitap, Amerika’nın batısında Maine kıyılarında Smuttynose denen bir yerde 1800’lerin sonunda işlenen ve iki kadının vahşice öldürüldüğü bir cinayetle, 1995 yılında bu cinayet mahalini fotoğraflamak üzere gönderilen bir fotoğrafçının, kocası, 5 yaşındaki kızı, kayınbiraderi ve onun sevgilisiyle yaptıkları yat (bir Morgan 41) yolculuğunda yaşadıklarını eş zamanlı anlatıyor. 1800’lerin sonunda işlenen cinayet gerçekte yaşanmış bir olaya dayanıyormuş bu arada.

maine-coast

(resim için kaynak burası)

Kadının adı Jean ve kitapta olayı bir yıl sonrasında anlatıyor. İki hikaye arası ani geçişler var. Shreve, birinci olayın kahramanı kadının ağzından bir mektup üzerinden onun hikayesini anlatmış. Kadıncağızın hayatında olayların birbirini takibi ve bir şekilde önlenemeyen son bence çok güzel kurgulanmış. Mesela erkek kardeşiyle genelde mutlu geçen çocukluklarında, bir noktada bir ölüm tehlikesi atlatmışlar. Kadıncağız, trajediler gerçekleştikten sonra, hep o noktada kurtulmuş olmalarına sevinmek yerine aslında ölmüş olsalardı ikisi için de daha iyi olacağını düşünüyor. Bu bana çok dokundu. Gerçekten de bazen ölüm, bir insanın başına gelebilecek en kötü şey değil bence. Bir de kitabın asıl finali var ki, beni perişan etti. Okumaya niyetlenen olur diye söylemeyeceğim  ama, off ya insan çoluğundan çocuğundan ayrıyken böyle şeyler okumamalı. Neyse, üzdü müzdü ama bence çok iyi bir kitap çıktı. Aferin bana. Anita Shreve’in diğer kitapları için buradan buyrun. Ben Light of Snow‘u okumuştum bir de, o da çok güzeldi.

Neyse ben Brüksel’e inene kadar, kitabın hatrı sayılır bir kısmını bitirdim. Bir önceki günden çok da yorgundum, yürüyecek halim yoktu, odaya çekildim.  Ofis sağolsun otelim de  çok güzeldi. (Ama kendiniz gezmeye  gidecekseniz ve birisi otelinizi ödemiyorsa aman diyeyim.  Zaten Brüksel’e gezmeye kim gider bunu da ayrıca sorgulamak lazım…). Kitabı elimden bırakamadım ve inanın 200 küsür sayfalık kitap o gece bitti. Otele girmeden tren garından edindiğim bir kitap vardı allahtan, o yedek olarak çantaya konmuştu, ertesi günü de bu bitirdi.

Yorgunluktan otelde tren garından edindiğim dünyanın en lezzetli körili tavuklu sandviçi ile karın doyurduğumdan, restoran tavsiye edemeyeceğim kusura bakmayın.

Ertesi gün işimizi bitirdik, yemeği de Filigranes isimli bir kitabevi içindeki minik bir cafede yedik. Ben çeşitli tipte orman sesleri falan olan CD’lerden  bir tane aldım (çok da güzel çıktı).

au-coeur-de-la-nature

Sonra yine havaalanı yollarına düştüm.  Check-in’den epey evvel tam THY kontuarının karşısındabir kafeye yerleştim. Bir gün evvel aldığım kitabı okumaya başladım. Bir ara 15:00’da açacakları kontuar için, millet bir hareketlendi, 14:20 gibi sıraya girildi. Tam karşıda oturduğum için ben de heyecan yaptım. Bir duyum aldı millet, açacaklar herhalde diye düşünerek sıraya girdim.

Ve sırada iki ailenin peşinden 3. olmama rağmen, tam 90 dakika sonra bana sıra geldi. Bu arada yan sıralar haldır haldır ilerliyor, hiç bir sorun gözlenmiyordu. Bize ise 20’li yaşlarının başında gibi duran, saçı artist kesilmiş ve devamlı alnındaki saçları arkaya attıran bir Belçika’lı kardeşimiz bakıyordu (adı H. ile başlıyor). Bir gün Brüksel’den THY ile bir yere gitmeniz gerekirse, aklınız varsa onun önündeki sıraya girmeyin.  Mesela, kuyruğun başlarında net hatırlıyorum, yan sıraya geçme şansım vardı ve ben boşver ya dedim. Sonraki  90 dakika boyunca hep o anı düşündüm. Cidden ben böyle yavaş çalışan bir herife rastlamadım. İşin garibi millet biraz oflayıp patladı, ama kimse herifi parçalamaya falan yeltenmedi. Arkada bıçkın görünümlü, Arapça konuşan gençler vardı. Onlardan pek ümitliydim, ama kimse gıkını çıkarmadı. Sonunda sıra bana geldi, bagajım yoktu işim 1 dakika içinde bitti. Sonra oğlan gecikmeden dolayı  özür filan diledi sinirim geçti, yoksa adını vermeye çok niyetliydim. Sonra güvenlik kontrolünde deodoranı kaptırdık. Ama o noktada o kadar yorgundum ki çantayı isteseler bırakırdım.

Dönüşte de sağolsun uçak az sallandı. Artı, karides  falan vardı yemekte, sinirim iyice geçti, sakinleştim. Hatta bir ara bulutların üzerinde uçarken dolunay seyrettik, harikaydı. Alana indik, ben koştura koştura son etaba vardım. Uçağa yerleştim, ikinci kitabımdan son 40 sayfa kalmıştı onu da okudum. Sonra sızdım.

Alexander McCall Smith daha önce hiç okumadığım bir yazar. “La’s Orchestra Saves the World” okuduğum en güzel kitap  diyemem ama yetti bana o gün,  güzeldi.

lasorchestra_background_new Uyandıktan sonra varış saatinden anladığıma göre, bizi uçağın içinde epey bir bekletmişler. Son golü de beni alacak arabadan yedim. Yoktu. Ben de mecburen gecenin ikisi gibi, şirketin numarasını bildiğim tek şöförünü çaldırdım. Sağolsun bir çözüm üretti, eve varabildik. Bu arada bizim ufaklık şifayı kapmış bir yerden (bıktım bu buynumdan aytık, mussuk gibi), biraz onunla ilgilendim, kaç saat uyudum bilemiyorum. Şu anda bir enkaz gibiyim, olmak istediğim tek yer pijamalarımın içi…

pijama

Resim the dreamygiraffe‘dan.

İmza D.

Yukarıda D’nin yazdığı yazıdaki: “Zaten Brüksel’e gezmeye kim gider bunu da ayrıca sorgulamak lazım…” cümlesi bana koydu:) Ben gezmeye Brüksel’e gidenlerden biriyim:) Hatta ilgili yazılarımı da burada bulabilirsiniz:

Belçika’da ne yenir? Moules / frites
Belçika’da ne yenir? Atıştırmalıklar

İmza G.

Şirazettin ve Öküzgözlüm
5.Temmuz.2009

sirazettinCumartesi diye bir şarap markası var biliyorsunuzdur belki. Oldukça hesaplı, ama bir o kadar da iyi. Biz sıklıkla tüketiyoruz ve bugüne kadar hiç bir arkadaşımızın da kötü dediğini duymadık. Artı, şaraptan anlama işinin de karizmaya hizmet ettiğinin düşünüldüğü bu alemde, mevzuya bu kadar  eğlenceli yaklaşmalarını da çok sempatik buluyorum. Seviyorum onları.

Hatta bu sene, galiba Mart-Nisan aylarında, bir yarışma düzenlemişler. Şirazettin ve Öküzgözlüm için kafalardaki sinema filmi, gazete ilanı, outdoor reklamı, gerilla işlerini davet etmişler. Sonuçlar buradan görülebilir.

İmza D.

Gezi Yazıları – Samsun
26.Haziran.2009

Cenovalılar 15.yüzyılda şehri yerle bir ettiği için  Samsun‘da tarih namına pek  fazla görülecek bir şey yok. Büyük bir limanı olan bir sanayi kenti. Karadeniz kıyısındaki en büyük şehir.  Aktarma yapmak dışında illa da gidin denilecek bir yer değil. Uzun bir Karadeniz gezisi başlangıcında ilk konaklama yeri burası olabilir. Gayet de iyi olur.

Transit geçmeyecekseniz, bir kaç gün kalacaksanız sıkılmaya vaktiniz olacaktır. Samsun Arkeoloji ve Etnografya Müzesini gezin. Burada İkiztepe kazı buluntuları, bir miktar da Antik Amisos (Samsun’un eski adı) kenti mozaikleri sergileniyor.  Samsun’un tarihinde, birtakım Yunan kaynaklarına  göre Mert Irmağı kıyılarında Amazon’ların yaşadığından bahsediliyor. Amisos Antik kentinin kendisi ise Samsun’un 7 km ötesinde yer alıyor.

Samsun’da bir de Atatürk müzesi var. Havza’da da kaldığı ve Amasra Kongresi’ne hazırlandığı evi müze olarak  dekore etmişler. “Trekking ortamına dalayım, bu şehirde çok sıkıldım.” derseniz  şehir merkezine çok yakın Kocadağ‘da ve Nebiyan dağında turlar  düzenleniyor. Bir de kışın bir gittiğimizde ufaklığı oyalamak adına Hayvanat Bahçesi‘ne gitmiştik. Hücre sistemi hakimdi ama tertemizdi. Personel alarm durumunda, maymunları taciz eden delikanlılara devamlı fırça atıyordu. Bir de hayatımda gördüğüm en heybetli aslanı burada gördüm ben. Hepsi böyleyse safari falan yapmam doğrusu.

Samsun’a eş durumundan son 10 senedir arada sırada gidiyorum. Doğrusu 2000’lerin başında vakit geçirmek için yemek yemeği  sevdiğimiz bir iki adres vardı (Bu arada CNN Türk – Lezzet Durakları programının Samsun ayağını izlemek isterseniz buradan buyrun). Dönerken çok taze balık alır, şehirlerarası taşır eve götürürdük. Balıkçılar benzer taleplere alışık olduklarından, balıkları özel ambalajlar içine buzla dolu paketlerler. Eve kadar bozulmaz. Hatta başka şehirlerden sipariş geldiğinde Samsun otobüslerine verip gönderiyorlar diye duymuştum.

Yemek yemeği sevdiğimiz adresler hala duruyor. Hala en sevdiğimiz adresler bunlar, değişen bir şey yok o cephede. Biri  süt danasından et döner yapan Çiftlik caddesindeki Ulutan Et Lokantası. Ben et fazla yemem, pek de anlamam. Genelde önce mantı var mıydı diye sorarım, adamcağız yok der mahçup olur. Ben de ya mercimek çorbası, salata ya da pilav üstü kuru fasülyeye razı olurum. Ama buraya kimi götürsek herkes bayılır, yani et severseniz atlamayın. Şehrin göbeğinde, arabanız olmasa da rahatlıkla gidebilirsiniz.

korfezpide1Samsun’un pidesi meşhurdur, belki bilirsiniz. Bu çerçevede bir diğer adres Matasyon Yolundaki Körfez Pide Restoranı (arabasız zor gidilir, dolmuş vs.). Samsun’da bir sürü pideci açıldı, ama bizim hala ilk tercih ettiğimiz yer burası.  Denize hasret garibanlara tam deniz kenarında manzaralı bir yemek vadediyor. Körfez lokantasının bir özelliği de garip bir BMW modeli sergiliyor olması. Bir gidiyorsun girişte, öbür sene içeride. Araştırdım, modelin adı Isetta bubble car sanırım. Emin değilim gerçi, ama kısıtlı araştırmamda bana en yakın model bu gibi geldi. Şirin bir şey.

isetta1

Karadeniz yazıları doğuya doğru devam edecek.

Kırmızı Baykuş’taki diğer Karadeniz seyahati yazıları:

Gezi yazıları – Samsun’dan doğuya doğru
Gezi yazıları – Samsun
Gezi Yazıları – Fatsa’dan doğuya doğru
Gezi yazıları – Amasra
Gezi yazıları – Artvin

İmza D.