SIDEBAR
»
S
I
D
E
B
A
R
«
Hrant- Tuba Çandar
31.Temmuz.2013

İlk çıktığında almıştım bu kitabı. Sonra biraz okumaya başladım.  Kitapta,  Hrant Dink’in  çevresindeki birçok kişinin ağzından Dink’in hayatındaki olayların, hayatının  farklı cepheleri anlatılıyor.  Baştan başladım; oğlu Ararat anlatıyor;   babasının vurulduğunu  duyuyor,  taksiyle Agos’a ulaşmaya çalışıyor, trafik tıkanınca iniyor adama da 100 TL  bırakıyor  ama sonra dönüp  geri alıyor para üstünü, çünkü o noktada hala inkar ediyor  ölmüş olabileceğini. “Bacağına sıkmışlardır en fazla” diye düşünüyor kendi kendine. Para üstünü  bırakırsa   ölme ihtimalini  kabul etmiş gibi olacak gibi geliyor. Dedim “ben bunu okuyamam perişan olurum”. Bıraktım. İki üç sene geçti. Agos yayınlarından Diyarbakır’lı Ermeniler diye bir kitap okumuştum  (çok güzeldi, tam empati fırtınası). O kitabı bitirince dedim “artık Hrant’ı  da okuyabilirim”

Rakel Dink’in Agos balkonundan yaptığı konuşmaların metinlerini kim yazıyor, ne kadar duygu yüklü diye hep merak ederdim. Tamamını kendi yazıyormuş. Ama insan kitabı okuyunca anlıyor; deli gibi aşıkmışlar birbirlerine. Yetimhanede büyümeleri, yokluk çekmeleri çok yazılıp çizilmişti, kitapta da var. Dink tek başına bir sürü insanın hayatını toparlamaya çalışmış; kardeşlerine sahip çıkmış; babasına kinlenmemiş ona da sahip çıkmış. Cebi para görmeye başladıktan sonra annesini rahat ettirmeye çalışmış,  daha küçücükken, okuldayken Ermeni yetimlerin peşine düşmüş Anadolu’da,  onlara sahip çıkmış, parasız kalmış, orada burada yatmış. Çoğunluğu çok zor hayatlar yaşamışlar. Özetle kitap çok ilginç, pencereler açıyor kafada,  insan sıklıkla isyan ediyor. Gerçi bir şeyi itiraf etmeliyim.  Sonlara doğru ben artık her olayı herkesin cephesinden okumaktan biraz yorulup seçmece  okumaya başladım.  O kadar tekrara gerek yoktu belki de. Yoksa kitap upuzun ama okutuyor.  Bir de dava süreçleri herkesin ilgisini çekmeyebilir, istemeyen oraları okumaz.

Herkes sevdiği ile yaşlanamıyor maalesef, okurken çok üzülüyor insan, her şeye aslında,  yokluğa, ayrımcılığa vs. Insanın yakın çevresinde okumuş etmiş,  “çok iyi kalpli adamdır”  diye tanımlayacağı bir sürü  insanın abuk subuk konuşması, zalimliği çok koyuyor insana.    

Rakel Dink’in konuşmasının tam metnini buradan  okuyabilirsiniz.

“Ben de sana yazdım aşk mektubunu sevgilim.Bana da ağır oldu bedeli sevgilim.

Sevdiklerinden ayrıldın, çocuklarından, torunlarından ayrıldın, burada seni uğurlayanlardan ayrıldın, kucağımdan ayrıldın, ülkenden ayrılmadın.”

İmza D.

 

 

Ercan Kesal – Peri Gazozu
25.Temmuz.2013

Peri Gazozu’nu  bir çırpıda okudum.  Hatta dün gece bitireyim diye  saat  02:00’da  yattım ki  uyku  saatlerini asla sektirmeyen bir tavuk olarak  benim için rekordur resmen.

Dün eve giderken 3 adet daha aldım.  Bugün  kıymet bilecek  iki arkadaşımın masasına (içine de Koray Çalışkan’ın yazısını basıp koymak suretiyle) bıraktım.  Üçüncü  için biri vardı kafamda ama sanırım ondan  vazgeçtim. Kıskandım kitabı. Daha hak eden birine vereceğim sanırım, biraz düşüneceğim.

Bu arada kitapla ilgili bir şeyler yazayım dedim.  Sonra düşündüm yazılabilecek  en iyi yazı zaten yazılmış (yukarıda linkini  verdim aşağıda  gazeteden kopyaladığım şekliyle yapıştırıyorum).

Afiyetle okuyun. Son bir kaç yıldır en beğendiğim  kitap bu sanırım.

İmza D.

“KORAY ÇALIŞKAN koray.caliskan@radikal.com.tr» Tüm Yazıları

Peri Gazozu öyle bir kitap. Bir ömre bedel yazılar ki vuslatı başka âlem.

Üç Maymun’da bir siyasetçiyi oynarken gördüm ilk. Siyaset bilimciyim. Yıllarca anlatsam, bir siyasetçiyi bu kadar iyi resmetmeyi başaramam. O gün Ercan Kesal’ın ismini aklıma yazdım. Nuri Bilge’nin en iyi filmiydi. Senaryoyu da beraber yazmışlardı.

Sonra “Bir Zamanlar Anadolu’da” çıkıp geldi. NBC’nin en etkileyici filmi oldu. Senaryosunda yine Ercan Kesal’ın imzası vardı. Anadolu insanının psikolojisine yapılmış otopsiydi. Film gösterime girdiğinde Nihal Bengisu Karaca ve İskender Pala’yla yaptığımız Üç Nokta programına davet ettik.

Ondan önceki konukla sohbet uzamıştı, araya da uzunca bir reklam girmiş, Ercan Kesal’ı masaya davet etmemiz 45 dakika uzamıştı. Sabırla bizi beklemişti. Sonra da sakin sakin filmi anlatıp gitti. Aklım onda kalmıştı.

Sonra bolca görüştük. Benden küçükler bile Ercan derken o benim hep Ercan Abim oldu. Antropoloji doktorası yapıyor, psikoloji çalışıyor, kocaman bir hastane yönetiyor, senaryolar yazıyor, oyunculuk yapıyor ve ne yaparsa da iyi oluyordu.

Uzun yemeklerimiz vardır. Bir yere kaçar oturur laflarız. Her sohbette bin yıl yaşamış, büyük bir suç işlediği için öldükten sonra cezalandırılmış, tekrar tekrar hayata dönüp yine yaşamış bir insan olduğunu düşünmüştüm ilk sofradan sonra. Bu kadar hikâye bir insanda nasıl birikir diye merak etmiştim.

Sonra başına bir iş açtım. Radikal’de yazmasını istedim. Eyüp’le buluştuk ve bizim gazetedeki yazı serüveni başladı. Yazdıktan sonra editörden önce bir gönderirdi. Üzerinde laflardık. Sonra daha önce okuduğum yazıyı pazar gazetesinden tekrar okumak için sabırsızlanırdım.
Babasına olan sevgi ve saygısını kıskanır, annesinin ona ‘guzum’ dediği cümleleri parmaklarımla okşayarak bir daha okurdum. Yazıların derinliğine biter, her yazısından sonra içimden ona o yazı kadar bir yanıt yazmayı geçirir, bir of çeker vazgeçer, o kadar kısa zamanda bu kadar müthiş yazıları nasıl çıkarır hayret ederdim.

Bir piknikte yanıldığımı anladım. Annesinin yanına oturmuş bir birayı oyalıyordum. “Oğlum” dedi bana dönüp, “Siz yazın, guzuma kıymayın. Bırakın artık”. Köşe hızlıca yazılan bir şeydir. Günlerce bilgisayarın karşısında durmazsınız. Ekseriya yazıdan bir gün önce oturur, yazar, bitirir, yüksek sesle bir okur, yollarsınız.

Meğer Ercan Abi günlerce uğraşıyormuş. O zaman anladım verdiği emeği, yaptığı işe nasıl sarıldığını. Annesi ne güzel demişti: “Siz yazın, kıymayın.” Becerebilsek yazalım annecim diyemedim o gün. Şimdi aklıma geldi.

O yazılar şimdi kitap oldu. Tanıl Bora’nın girişimiyle İletişim’den Peri Gazozu ismiyle yayımlandı. Ne isim koyalım diye sormuştu Ercan Abi. Doğru dürüst bir şey gelmemişti aklıma. Nazan bulmuş, Berci Kristin kadar güzel olmuş.

Dün sabah ofise geldiğimde buldum kitabı. Önce seyrettim. Açtım hemen ‘Ne Alakası Var Baba’yı tekrar okudum. Neden hep öldüğümüzde anlıyor bu oğullar bizi? Tekrar fark ettim. Çünkü hep kaybettiğimizde anlıyoruz biz onları.

Sonra bir nihavent şarkı kadar güzel yazılmış ‘Korkma Bırak Ellerini’yi buldum. İnleyen Nameler gibi nihaventler yükselir gibi başlar, düşer. Düşer gibi başlar, yükselir. Nereden ne hissettireceği belli olmaz. En karanlık anda, insanın içine hayatın ışığını yakıverir.

Osman Nihat Akın’ın müthiş nihavent şarkısı ‘Bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin’ desem, anlarsınız. Peri Gazozu öyle bir kitap. Bir ömre bedel yazılar ki vuslatı başka âlem.

Bu âlemden sıkılırsanız, baş ucu kitabınız olacaktır. Bu âlemden sıkılmıyorsanız, zaten yanınızdan ayırmayın. Arz ederim.”

 

“Düğümlere Üfleyen Kadınlar”
19.Temmuz.2013

Ece Temelkuran’ın “Düğümlere Üfleyen Kadınlar”ını bitirdim zar zor geçen gün.

Kitap Madam Lilla’nın intikamını alacağı bir erkeğin peşine düşüşünün hikayesi. Yola çıkarken peşine üç kadını daha takıyor, hepsinin derdi ayrı. Hikayeyi  Temelkuran’ın kendisi olduğunu tahmin ettiğimiz Türk bir gazeteci-yazarın ağzından dinliyoruz. İşsiz kalmış bu gazeteci, Tunus’ta otelinde, Mısırlı Maryam ve Tunuslu Amira ile tanışıyor. Gecenin bir yarısı terasta gecelikleri ile demlenirken otelin karşısındaki bir balkonda oturmuş bir yaşlı hanıma kadeh kaldırıyorlar, oradan muhabbet başlıyor, kadın bunları yemeğe çağırıyor, sonra yolculuğa beraber çıkmayı teklif ediyor. Başta “ne alaka? niye çıkalım?” falan diyorlar ama sonra başka şansları kalmıyor vs.

düğümlere üfleyen kadınlar

Hastasıyım Ece Temelkuran’ın. Daha önce de bir kaç defa yazmıştım. Ama bu sefer biraz zor okudum doğrusu, aylara yayıldı kitap. Çok az kitap okuyan bir arkadaşıma önermiştim ısrarla, daha okumadan. Kızcağız ne yaptı okuyabildi mi bilmiyorum. Geçenlerde birisine anlatıyordum kitap okumak bir kondisyon işi. Bir dönem geliyor bakıyorsun haftada üç kitabı bitirmişin. Bazen bir kitap elinde aylarca sürünüyor. Benim elimdekiler bu ara sürünüyor. “Düğümlere Üfleyen Kadınlar” bu arada heba olmuş olabilir. Ama Temelkuran’ın en sevdiğim kitabı değil.  Ama arada ” keşke şu anda kalem olsaydı” diye altını çizemediğime hayıflandığım bir sürü cümlesi vardı.  Ara ara çok güzeldi yani. Ama beni zorladı, ama ara ara çok güzeldi ( karışık mesajları  dikkate almayın:))

“Elini beline koymasıyla… Ortadoğu erkeklerinin, izlemesi iç gıcıklayıcı, sevince sadece acı veren o şımarıklığı… Nasıl da seviyor kendini. Nasıl da bu dünyaya hediye. Ah! Nasıl da hak ediyor her şeyi. (…) böyle sere serpe var olmak nasıl bir şey, bu canım kızların hiçbiri ömrünce bilemeyecek.”

İmza D.

Habab Çeşmeleri
22.Mayıs.2013

Geçen akşam 2 film seyrettim. İlkini hemen paylaşayım;

Habab Çeşmeleri

Fethiye Çetin‘in Anneannem kitabını ilk yayınlandığı yıllarda okumuş ve çok sevmiştim. Okumayanlara hatırlatayım; Fethiye Çetin 95 yaşındaki anneannesinin Ermeni olduğunu öğrenmesinden sonra 1915’te Amerika’ya göç eden akrabalarının izini sürerek, hem ailesinin hem de anneannesinin öyküsünü yazmıştı. O günler gitsin, bir daha gelmesin dileğiyle. Yaşı elliden büyük olmayan ve az çok görünür bir gayrimüslim azınlığa ev sahipliği yapmayan şehirlerde büyüyen ve çok da bir şeyler okuyup öğreneyim derdinde olmayanların maalesef çok empati yapamıyorlar. Kitap o anlamda deli gibi ufuk açıyor.

Kitabta Elazığ’ın Habab köyündeki çeşmelere referans vardı. Geçen seneydi herhalde, bu çeşmelerin restore edildiğini okumuştum. Tabii yolumuz Elazığ’a düşmedi şahsen göremedik. Ama ona yakın güzellikte bir şey oldu, restorasyonun hikâyesi filme çekildi. Geçtiğimiz haftalarda Uçan Süpürge Film Festivalinde gösterildi, ben gene seyredemedim ama allah razı olsun bir arkadaşım bana DVD’sini buldu. Dün afiyetle seyrettim.

Fethiye Çetin“- Anneannem kitabının yazarı Fethiye Çetin şu anda karşınızda olsa ona ne söylemek istersiniz?

– Anneannen için özür dilerim.

– Peki anneanne karşınızda olsa?

– (Bir süre sustuktan sonra gözleri yaşararak) Konuşamam.

“Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş’un (diğer adıyla Seher’in) doğumunun yüzüncü, ailesini kaybedişinin doksanıncı yıldönümü olan 2005 yılında İzmirli, orta yaşlı, kendisini Kemalist olarak tanımlayan bir kadın okuyucunun yazar Fethiye Çetin’le yaşadığı bu hayali karşılaşmadaki gözü yaşlı suskunluk bize ne söylüyor?”

Yukarıdaki yazıyı Habab Çeşmeleri ile ilgili bianetteki bir yazıdan aldım. İlgilenenler devamını burada bulabilir. Yazı çeşmelerin ve restorasyonun hikayesine detaylıca yer veriyor. Ben şimdi tekrar edip sizleri sıkmayayım. Radikal’de de bir yazı çıkmıştı. Çok güzeldi film. İlgisi olana tavsiye ederim.

İmza D.

The Master
28.Kasım.2012

Geçenlerde, nerdeyse bana yıllar kadar gelen bir aradan sonra benim iki kızı da annemlere satarak arkadaşlarımla The Master’a gittik.  Öncesinde ağır bir yemek yedik, bir sürü şarap içtik, tatlı yedik vs. İyice ağırlık bastıktan sonra 20.45 matinesine 21.05’de yalvararak girdik.  Filmin başları kaçmıştı ama dert etmedik.  Ben aslında biraz ettim,  çünkü sinir olurum başını vs görmediğim filme devam etmeye, hep bir şeyler kaçar. Filmde  Joaquin Phoenix ile Philip Seymour Hoffman oynuyor. Joaquin Phoenix’e hasta olduğumu daha önce yazmıştım (mesela Gladiator, mesela Walk the Line, mesela 8mms). Phoenix bıraktım sinemayı diye ukalalıklar yapmıştı birkaç yıl önce. Sonra dönmüş tabii tez zamanda,  çizmiş biraz karizmayı bu açıdan. Öte yandan (aslında tipi düzgün bir herif olmasına rağmen) burada oynadığı karakter kambur, çarpık çurpuk bir tip ama güzel oynamıştı kerata. Hoffman’a da zaten edecek lafımız yok.  Geçenlerde Truman Capote’un Soğukkanlılıkla diye bir kitabını okumuştum. Onun  filmi çekilmiş idi orada da oynuyordu, seyretmeye niyetlenmiştim, olmamıştı galiba. Uyumuşumdur kesin. Amy Adams‘ da Seymour’un karısını oynuyor.  Onu da The Office dizisinden hatırlarsınız belki. Sıkıcı bir insandı kendisi,  bu filmde de öyle. Film Freddie Quell (Phoenix oynuyor), isimli 2. Dünya Savaşında savaşmış birinin hikâyesi üzerine kurulu. Quell, Lancaster Dodd (Hoffman oynuyor), ile tanışıyor. Onun da tarikat gibi bir oluşumu var. Ona takılıyor.  Tarikatın adı “the Cause”.  Bir sürü müridi var, müridler bunları evlerinde yediriyor, içiriyor, onlarda bu arada sıkıcı sıkıcı egzersizler yapıyorlar vs. Çok hafife indirgemiş olmayayım olayı ama cidden sıkıcı şeyler yapıyorlar.  İnsan koşarak uzaklaşmak istiyor dahası olay 50’lerde falan geçiyor.

Özetle -şaraptan mıdır nedendir bilmiyorum-   bana çok sıkıcı geldi. Seyrederken “ulan ilginç de konu ama ben bunu kimseye tavsiye edemem”  diye düşünürken buldum kendimi.  Tam kaçta bitecek bu hesapları yaparken (144 dakika sürüyor)  hesapladığımdan 25 dakika erken bitti.  Güzel bir sürpriz yaptı,  demek başında tahminimizden daha uzun bir kısmını kaçırmışız.  Ben arada uyudum ( evet B. itiraf ediyorum ben arada uyudum ama sen dürtünce- bir kere dürttündü –  olaya hakimmişim gibi bir surat takınmaya çalıştım. Çaktırmadığıma inanıyorum).

Bizim entelektüel seviye  (B. seni de harcamış olmayayım ben kendimden bahsediyorum) olayı kavramaya yetmemiş olabilir çünkü film iyi eleştiriler almış. Mesela Rotten Tomatoes  ki benim çok nazarı dikkate aldığım bir websitesidir  bayağı  iyi demiş özetle. Gerçi herkes Phoenix ve Seymour’un performansını övmüş, biz de onlara bir şey demiyoruz zaten. Bir de Scientology ile benzerlik muhabbeti var. Hoffman’ın Scientology’yi kuran L. Ron Hubbard , ile benzerliği konuşulmuş,  Ben Hubbard’ı bilmediğimden bir şey diyemeyeceğim. Umurumda da değil açıkçası. Özetle epey sıkıldım ama çok kötü de diyemeyeceğim. Şimdiki aklım olsa gitmem diyerek konuyu kapatayım.

İmza D.